13 Mart 2013 Çarşamba

32. İstanbul Film Festivali filmleri

30 Mart-14 Nisan 2013 tarihleri arasında 32. kez düzenlenecek İstanbul Film Festivali’nden farklı zevklere hitap eden film listesi oluşturdum. 

İLK 25


1-Beşinci Mevsim (La Cinquième Saison / The Fifth Season) (2012): Belçikalı Peter Brosens-Jessica Woodworth ikilisi, “Khadak” ve “Altiplano”yu içeren üçlemelerinin son ve en etkileyici halkası ile karşımızda! “Beşinci Mevsim”, Aki Karusmäki ile Wojciech Has’ın sinemasal yetilerini bir Fransız köyünde ‘mevsimsel dönüşüm’ adına konumlandırıyor. Daha önce görmediğimiz bir üslupla yedinci sanatın kitaplarına adlarını kıyamet yönelimli bir yaklaşımla yazdırıyor. Şüphesiz, hayat parçaları sabit çerçevelerde hiç bu kadar özgün canlandırılmamıştı.

2-Kurt Çocuk (Neuk-dae-so-nyeon / Werewolf Boy) (2012): ‘Genç kurt’ tanımının içinden kendine bir yol bulurken politik ve sosyolojik olabilen, Güney Kore usulü alt tür ürünü. “Kurt Çocuk”, kurt adam filmini masalsı, pembe dizi tanımlı, melez ve camp (bilinçli bayağılık estetiği) bir dünyaya transfer ederken 80’lerin atılımlarından ve 60’ların coğrafyasından besleniyor. Ju Soon-He’yi de Güney Kore sinemasının en sıra dışı isimleri arasına yerleştiriyor.

3-Babadan Oğula (The Place Beyond the Pines) (2012): Bizde “Aşk ve Küller” adıyla gösterilen “Blue Valentine” ile tanıdığımız Derek Cianfrance, bu kez soluğu ‘polisiye’ kalıplarının kenarında alıyor. Ryan Gosling, Bradley Cooper ve Eva Mendes’li 70’ler Hollywood’una öykünen bu özellikli çalışma, bir anlamda ‘tersine bir polisiye üçgeni’ yaratıyor. Bunu nasıl yaptığı ise sinema salonunda açığa çıkmalı.

4-Karanlıktan Aydınlığa (Post Tenebras Lux) (2012): Sinemasını her filminde daha da geliştiren Carlos Reygadas, “Japon” ve “Cennette Savaş”ın ardından “Sessiz Işık”ta zirve noktasını görmüştü. “Karanlıktan Aydınlığa” ise onun işitsel doygunluk ve minimalist ustalık arasındaki dünyasını ‘tam ekran’ (1.37:1) formatında bir sinema cümbüşüne çeviriyor.

5-Cennet Üçlemesi (Paradies / Paradise Trilogy) (2012): Avusturya’nın iletişim yoksunu toplumsal damarını röntgenci ve fütursuz çıplaklık içeren bir gelenekle harmanlayan, belgesel geçmişinin çarpıcı gerçekliğiyle de dikkat çeken bir auteur... Ulrich Seidl, bu kez Cannes, Venedik ve Berlin’de yarışıp ödüller almış ‘Cennet Üçlemesi’ ile karşımıza dikiliyor. ‘Aşk’, ‘İnanç’ ve ‘Umut’ alt başlıkları üzerinden bir ailenin üç bireyinin cinsel-ilişkisel kaosuna odaklanıyor.

6-Goltzius ve Pelikan Kumpanyası (Goltzius and the Pelican Company) (2012): ‘Tulse Luper’in Çantaları Üçlemesi’nde ekranı farklı bölmelere ayırıp anlatıcı sesini de ona göre yorumlarken, sanat tarihinin bambaşka süreçlerine bakış atan bir model üretti. Greenaway, bu şablonu 16. yüzyıla uyarlayıp erotik gravürcü Hendrik Goltzius’un hikayesine yapıbozucu bir kıyafet giydirerek canlandırıyor. Deney patlamasıyla anılabilecek eser elbette hassas zihinlere göre değil!

7-Lucia’dan Sonra (Después de Lucía / After Lucia) (2012): “Daniel ve Ana” ile dikkat çeken Michel Franco’nun ikinci eseri Meksika’daki eğitim sistemindeki çarpıklıklara asap bozucu bir bakış atıyor. Meksika’nın ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında Oscar aday adayı olan “Lucia’dan Sonra”, 2012’de Cannes Film Festivali’nde aldığı ‘Belirli Bir Bakış’ ödülüyle dikkatleri üzerine çekmişti.

8-Saksı Olmanın Faydaları (The Perks of Being a Wallflower) (2012): Ergenliğe geçiş döneminde ‘üçlü ilişki’ kavramının etrafında dönen, bunun arkasına ‘edebi derinlik’ de ekleyen bir eser. Stephen Chobsky’nin kendi romanından uyarladığı eser, bu ahengi hissettirirken Logan Lerman, Emma Watson ve Ezra Miller’a da çok şey borçlu. Aşkın, cinsel özgürlüğün ve okul yıllarının sınırlarında bir “Jules ve Jim” öyküsü denebilir.

9-Sislerin İçinde (V Tumane / In the Fog) (2012): “Mutluluğum”da Rus siyasi tarihinde zihinsel-gerçeküstücü bir yolculuğa çıktığı görülen Sergei Loznitsa’nın ikinci filmi de bir o kadar iddialı. Oradaki yol filmi konsepti bu kez savaş filmine transfer oluyor. Nazi kontrolündeki Sovyetler Birliği’nde demiryolu işçisi Sushenya’nın, ormanın ortasında hainlik ve ahlaki mücadeleyle yüzleşmesi ‘insan’ kavramı üzerinden ana meseleye dönüşüyor.

10-Lanetli Kan (Stoker) (2013): Park Chan-Wook’un ‘melez’ evrenlerine alışık olanları tatmin edecek Hitchcockyen bir Douglas Sirk filmi diyebiliriz. Yönetmen burada Hollywood’da sömürülen Hitchcock mirasını ‘zamansız’ ve ‘camp’ bir dünyayla yeniden harmanlayıp inadına biçimcilik ve yapaylıkla ‘zirve’ye taşıyor. Hem de köklü bir burjuvazi taşlamasının beraberinde...

11-Beyaz Nöbet (White Epilepsy) (2012): Üçüncü Fransız Yeni Dalgası’nın Gaspar Noé ile birlikte en özgün yönetmeni Philippe Grandrieux bu sefer “Beyaz Nöbet”in peşine takılıyor. “Karanlık” (“Sombre”, 1998), “Yeni Bir Hayat” (“Une Vie Nouvelle”, 2002) ve “Göl”ün (“Un Lac”, 2008) ardından bir kez daha seyirciyi zihinsel, hiççi ve soyut evreninde kendini sorgulamaya davet ediyor. Elbette bu Fransız Yeni Dalgası etkili dünyaya ‘sevgi’yle yaklaşmak da, ‘tepki’ duymak da serbest...

12-Camille Claudel 1915 (2013): Fransız sinemasının kadın figürü Juliette Binoche ile tavizsiz minimalist yönetmeni Bruno Dumont, heykeltıraş ‘Camille Claudel’in iç karmaşasını yansıtma adına ilk kez bir araya geliyor. Rahatsız edici ve suç yüklü dünyalarına ‘mistisizm’ de katmaya başlayan yönetmen, bu kez farklı bir platformda arayış peşinde. Elbette “İnsanlık”, “İsa’nın Yaşamı”, “29 Palmiye” ve “Hadewijch”i sevenler bu ‘kabuk değiştirme’ hareketini de merakla bekliyor.

13-Tanrı Amerika’yı Korusun (God Bless America) (2011) : “Katil Doğanlar” tabanlı bir tüketim toplumu eleştirisini, sübyancılığa varan bir çiftle doldurup hedeflerini yüksek koyan bir yapıt. Sinsi Amerikan bağımsız yönetmeni Bobcat Goldthwait, pembe dizi estetikli “Seks İtirafları”nda (“Sleeping Dogs Lie”) ‘hayvan seviciliği/zoofili’ kavramını inceledikten sonra sınırları zorlamayı sürdürüyor. Bu sefer ağzı bozuk, bol şiddetli ve ikilisinin yaş farkıyla ahlaki tartışmalar açacak bir katil aşıklar filmiyle çıkageliyor.

14-Kutsal Dörtlü (Svata Cteverice / The Holy Quaternity) (2012): Sinemanın özgürlükçü döneminde Paul Mazursky, eş değiştirmenin üzerine giden “Bob & Carol & Ted & Alice” (1969) ile bazı tabuları yıkmıştı. Çek yönetmen Jan Hrebejk ise burada bu durumu ‘mizahi bir yanılsama’yla sarıp günümüzün evliliklerine uyarlıyor. Çek Cumhuriyeti’ndeki ailelerin muhafazakar ve dindar yapısını, ironik bir dille sarsmaya çabalıyor.

15-Gizli Kimya (Upstream Color) (2013): “Primer” ile bir bilimkurgu zihni oturtan ancak tepki de gören Shane Carruth, ikinci eserinde ‘felsefi kafa yapısı’nı yine benzer bir sürece uyguluyor. Şu ana kadar 2013’ün en çok merak edilen ve ilgi uyandıran eserlerinden olan “Gizli Kimya”, bir organizmanın yaşam döngüsüyle bir araya gelmiş bir erkek ile bir kadının öyküsüne uzanıyor. Kimlik arayışıyla hayalleri iç içe geçiren bir bilimkurgu evreninin sözünü veriyor.

16-Yük (Mu-Ge / The Weight) (2012): Kambur levazımatçı Jung’un hayatını ölüleri temizleyerek geçirmesi başlı başına bir ‘tekinsizlik’ yaratmışken, onun peşine takılan karakterler ve yaşadığı olaylar da bu duruma eşlik edecektir. Üvey anne, transeksüel erkek kardeş ve daha nicesi ise garip ve albenisi yüksek bir filmi tatmamıza olanak tanıyacak gibi. Belli ki “Yük”, festivalin en rahatsız edici deneyimlerinden birini yaşatacak.

17-... Adına (W Imie / In the Name of) (2013): Din ve cinsellik temalarını aynı potada eritirken, kilisenin dehlizlerinde özgürlükçü yollar açmasıyla ilgi uyandıran bir yapıt... “Kadınlar” ile tanıdığımız Malgorzata Szumowska, bu kez bir erkeğin cinsel arayışını merceğine alıyor. Üstelik o kişi, eşcinsel olduğu düşünülen bir rahip...

18-Zıt Kardeşler (Le Grand Soir) (2012): Gerçeküstücü öğeler barındıran, minimalist ve absürt komedi anlayışlarıyla dikkat çeken Gustave de Kervern-Benoît Delépine ikilisi yine formlarındalar! Çılgın ruhlarıyla bu kez ‘iki kafadar komedisi’ şablonunu ‘kardeş ilişkisi’ üzerinden canlandırıyorlar.

19-Bayanlar ve Baylar (Final Cut: Hölgyeim és Uraim / Final Cut: Ladies and Gentlemen) (2012): Macar sinemasının dikkat çekici yönetmenlerinden György Pálfi, “Hıçkırık” ve “Taxidermia” ile duyduğu saygının devamında bu kez bir sinema belgeseline imza atıyor. “Bayanlar ve Baylar”, yedinci sanatın tarihinden parçalar eşliğinde özgün bir aşk hikayesinin sözünü veriyor. Sinefiller için biçilmiş bir kaftana dönüşüyor.

20-Garip Turistler (Sightseers) (2012): 31. İstanbul Film Festivali’nde “Ölüm Listesi”ni izlediğimiz Ben Wheatley, bu kez soluğu ‘katil aşıklar filmi’nin yamacında alıyor. Sıradan bir çiftin ‘şans eseri’ işlediği suçları, kan ve mizah oranı yüksek bir İngiliz kitchen sink draması karşıtı temele dayandırıyor. Böylece “Bonnie ve Clyde” ile bilinen alt türüne bir hiciv örneği kazandırıyor.

21-Ne Yaptın Richard? (What Richard Did) (2012): Lenny Abrahamson’un filmografisinin üçüncü halkası, lise ile üniversite dönemi arasındaki mükemmel bir öğrencinin çöküşünü ve ruhsal dünyasını perdeye aktarıyor. Jack Reynor’ın canlandırdığı Richard’ın şiddetle yüzleşmesinin ardından yükselen ‘psikolojik’ travmayı etkileyici anlarla ve capcanlı bir sinemayla yansıtıyor.

22-Çocuk Pozu (Pozitia Copilului / Child’s Pose) (2013): Festivalin 2010 ayağında gösterilen “Şeref Madalyası” ile dikkat çeken Calin Peter Netzer, sosyal gerçekçi geleneği doğru bir samimiyetle kavramasını bilen ender yönetmenlerden biri. Burada da bir kaza sonrası değişim geçiren ‘anne-oğul ilişkisi’ni ve ‘aile yapısı’nı merceğine alıyor. Berlin’den taze Altın Ayılı “Çocuk Pozu”, Romen Yeni Dalgası’nın çerçevesinden bambaşka bir yol bulmaya çabalıyor.

23-Hayallerin Ötesinde (Imagine) (2012): Görme engellileri eğiten bir klinikte çalışan görme engelli Ian, sıra dışı yöntemleriyle dikkat çekmektedir. Ancak öğrencilerinden birine aşık olunca beklenmedik gelişmeler birbirini izleyecektir... Polonyalı yönetmen Andrzej Jakimowski’nin üçüncü sinema eseri “Hayallerin Ötesinde”, büyüleyici anlarla dolu ve hayal gücünüzü zorlayacak bir yolculuk vaat ediyor.

24-Bir Vampir Hikayesi (Byzantium) (2012): İki kadın vampirin 19. yüzyıldan da destek alan hikayesi, modern dünyaya uyarlanıyor burada. “Kurtlar Sofrası”nın ve “Vampirle Görüşme”nin müsebbibi Neil Jordan, ‘Blade’ ve ‘Alacakaranlık’ dönüşümü görmemiş ağırbaşlı bir alt tür ürününe imza atıyor. Gemma Arterton ile Saorsie Ronan’ı bir araya getiren eser, aristokrasinin dönemsel değişimini görmek ve 80’lerin vampir filmlerinin ruhunu yeniden yaşamak isteyenlere hitap ediyor.

25-Perde (Pardé / Closed Curtain) (2013): Yasaklı yönetmen Cafer Panahi’nin arkadaşı Kamboziya Partovi’nin katkısıyla çektiği “Perde”, geçen ay Berlin Film Festivali’nde ‘En İyi Senaryo’ ödülüne ulaştı. Bir senaristin yaratıcılık sıkıntılarını ele alan eserde Panahi’nin kendisi de bu ‘sancılar’a ‘konuk oyuncu’ olarak destek veriyor. Bir anlamda hapishanedeki dönemlerinin ‘sinemasal’ dışavurumunu canlandırıyor.

KLASİKLER'DEN


1-Açlık (The Hunger) (1983): Açtığı kapıların saymakla bitmeyeceği 80’lerin vampir filmi başyapıtının Tony Scott’ın vefatıyla birlikte yeniden bir ‘perde zevki’ne dönüşmesi sevindirici... Catherine Deneuve, David Bowie ve Susan Sarandon’ın cesur sahneleri de elbette unutulmadı!

2-Dekameron (Il Decameron / The Decameron) (1971): 20. yüzyıl ve Orta Çağ arasında bağ kuran, cinsel yozlaşma odaklı cüretkar dokuz öykü... Boccaccio’nun hikayelerinden uyarlanan bu Pasolini cinliği, büyük oranda dünya sinemasının kaderini de belirlemişti. ‘Modern sinema’ eğilimlerine ‘ekstra tuğlalar’ eklemesiyle bir ustanın ‘çıkış’ını müjdeleyip ‘Yaşam Üçlemesi’ni başlatmıştı. Sinema yazarlığının duayenlerinden Rekin Teksoy anısına gösterilecek filmin değeri bizim için daha da özel.

3-Yok Edici Melek (El Angel Exterminador / The Exterminating Angel) (1962) Bunuel’in Franco rejiminden kaçarak Meksika’ya sığındığı dönemden anlamlı bir taşlama... Gerçeküstücü sinemanın dehasından hayvanlaşmaya, barbarlaşmaya yüz tutmuş aristokrasiyi bu yönüyle kapalı alana sıkıştıran katmanlı bir sinema şöleni. Yönetmenin ruhunu tanımak, en azından ara dönemini bilmek için ‘bir şart’ aynı zamanda!

4-Güvenlik Sonra Gelir (Safety Last!) (1923) Frederic S. Newmeyer ve Sam Taylor imzalı 1923 tarihli eser, sessiz sinemanın palyaçolarından Harold Lloyd’un halet-i ruhiyesini anlamak için birebir. Bir tezgahtarın başına gelenleri, polisler, sevgililer ve arkadaşlar eşliğinde ele alan bir fiziksel (slapstick) komedi şaheseri...

5-Beyaz Kadına Dokunma (Ne Touche Pas à la Femme Blanche / Don’t Touch the White Woman!) (1974) Marco Ferreri’nin hınzır ve camp taşlamalarının ‘western’ şubesi, o kadar garip metaforlarla örülü ki adeta içinden çıkmak imkansız. Peki ama sürekli yükselen zevk kat sayısının mı yoksa sinemasal derinliğin mi? Bu sorunun cevabını vermek de Catherine Deneuve, Marcello Mastroanni, Philippe Noiret gibi oyuncuların etkisinden kurtulduğunuzda size kalmış.

30 Ocak 2013 Çarşamba

Polonya'da stalinizmi yıkan işçi muhalefeti


İkinci Dünya Savaşı sonrasında Polonya, SSCB'nin bastırması ile Doğu Bloku'na katıldı. Stalinizmin baskısı altındaki Polonya'da işçi sınıfı yönetimde söz sahibi değildi. Katı bir devlet kapitalizmi şeklini almış olan rejim her türlü muhalefet hareketini şiddet kullanarak eziyordu. Adı Polonya Halk Cumhuriyeti olan ülkede, halk ancak kağıt üstünde yönetime ortaktı. Polonya'da sendikalar bütünüyle devlete bağlı, rejimin kuklası sendikalardı.
Devlet kapitalizminin krizi ve direniş
1970'lerin sonunda başlayan kriz Polonya'yı derinden etkiledi. Polonya Halk Cumhuriyeti, savaş sonrası dönemde tüm sanayileşmiş ülkeler arasında o güne kadar görülen en büyük üretim düşüşü ile karşılaştı.
Ülkenin gayrı safi milli hasılası 1979'da yüzde 2, 1980'de yüzde 8 ve 1981'de yüzde 15 ila 20 arasında geriledi. Kriz rejimi giderek zora sokuyordu. Barınma olanakları çok kötü durumdaydı, yiyecek sıkıntısı sistemin devamlı bir sorunu hâline gelmişti. Ayrıca Polonya, tüm Avrupa'da hava kirliliğinin en yüksek olduğu ülkeydi, Lodz kenti bütün kıtada kadınların en çok ölü doğum yaptığı kentti. 1 Temmuz 1980 günü hükümet sözcüsü gelecekte iyi etin ancak "serbest fiyat" uygulayan dükkânlarda bulunabileceğini açıkladı. Bu, yiyecek fiyatlarında artış anlamına geliyordu ve buna karşı bir grev dalgası ile gelişecek büyük bir muhalefetin işaretini veriyordu. Bu tarihten itibaren altı hafta boyunca Polonya grevlerle sarsıldı. Grevler neredeyse bütün fabrikalara yayıldı. Ağustos ortasına gelindiğinde liman kentleri olan Gdansk, Gdynia ve Szczecin'de grevler en üst noktasına varmıştı. Grevlerin bir koordinasyon merkezi yoktu, ancak 1976 yılında, işten çıkartılan işçilere yardım etmek amacı ile kurulmuş olan İşçileri Savunma Komitesi (KOR) bu dönemde mücadeleler hakkında haberlerin diğer işçilere ulaştırıldığı bir bilgi ağı geliştirdi.
Solidarnosc'un kuruluşu
1980 Ağustos'unda Gdansk'ta bulunan Lenin Tersaneleri'nde, 50 yaşında bir kadın işçi olan Anna Walentynowicz işten çıkarıldı. Bunun üzerine bir grup liman işçisi anında harekete geçti, duvarları el yazması afiş ve bildirilerle donattı. İşlerini bırakarak, diğer işçileri de iş bırakmaya davet ederek, tersane içinde yürüyüşe başladılar. Kendisi de işten atılmış bulunan Lech Walesa isimli bir işçi, duvara tırmanarak 17 bin işçiye grev ve işgal çağrısı yaptı. Walesa daha sonra başbakan yardımcısı ile görüşmeleri yürüten grev komitesinin başkanlığına seçildi. Grevler ve işgaller hızla diğer işyerlerine sıçradı. Lenin bölgesinde direniş hâlinde bulunan bütün işyerlerinden gelen delegelerden oluşan bir toplantıda İşletmeler Arası Grev
Komitesi (MKS) isimli yeni bir yapı kuruldu. Bu yapı, hemen toplanarak 21 talep içeren bir liste yayınladı. Bu bir yerel talepler listesi değildi, ilk talebi devletten bağımsız yeni sendikalar kurulması talebiydi. Bu talebi sansürün hafifletilmesi, sağlık hizmetlerinin artırılması, siyasi tutukluların serbest bırakılması, kilise üzerindeki baskıların kaldırılması gibi bir dizi talep izliyordu. Kısa süre sonra KOR üyelerinin yardımıyla, tersane matbaasında Solidarnosc (Dayanışma) isimli gazete basılmaya başlandı. Gazete günlük 30 bin tiraja ulaştı. Yöneticiler paniğe kapılarak Gdansk ile Polonya'nın geri kalanı arasındaki bütün telefon bağlantısını kopardı. Ancak taleplerin yayılmasının önüne geçilemedi, birçok yerde yeni MKS yerelleri oluştu ve sonunda Polonya hükümeti MKS ile doğrudan iletişime geçmek zorunda kaldı. 31 Ağustos günü ise Bakanlar, Gdansk'ta işçilerin 21 talebinin kabul edildiğini ilan eden anlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Anlaşmanın imzalanmasından birkaç hafta sonra devletten bağımsız olarak Solidarnosc (Dayanışma Sendikası) kuruldu. Dayanışma Sendikası çok kısa zamanda 10 milyon işçiyi saflarına katarak devlet güdümlü sendikaları etkisiz hâle getirdi. Bu rakam o dönemde mevcut işçi sayısının %80'ine denk düşüyordu.
İşçi konseyleri ve ikili İktidar
MKS'ler, işçilerin talepleri doğrultusunda 1905 Rus Devrimi'nde ortaya çıkan işçi konseylerine (sovyetler) benzer bir yapı arz ediyordu. Bu yapı Rus Devrimi'nden örnek alınarak ortaya çıkmamış, işçilerin kendi mücadele deneyimleri içinde kendiliğinden şekillenmişti. Hareket büyük oranda fabrika işgallerine dayanıyordu. İşgal altındaki fabrikalarda işçiler yerel MKS'ler oluşturuyor, bu MKS'lerden seçilen delegeler işçi denetimi altındaki bölgesel komitelere yollanıyordu. Yönetim ile yapılan görüşmeler tersane içindeki işçilere yayın yapan hoparlörlere bağlı mikrofonlar önünde yapılıyor, böylece bütün işçiler süreçten haberdar oluyordu. Bu yapı yeni bir iktidar yapısının, işçi denetimine dayalı aşağıdan sosyalizmin potansiyelini gösteriyordu. Bürokrasinin iktidarı ve MKS'ler arasında bir ikili iktidar durumu ortaya çıkmıştı.
Ancak bu yapının oluşması kendiliğinden sosyalizme yol açmadı. MKS liderliği etrafında bir grup entellektüel "tavsiyeci" oluştu. Bunlar aslolarak "uzlaşma" çağrısı yapıyorlardı. Kilise de aynı şekilde ölçülülük vaazları veriyordu. Kardinal, işgallerin sona ermesi yönünde çağrılar yapıyordu. İkili iktidar durumunda herkes Solidarnosc'un önderliğini bekliyordu, sendikanın atacağı bir adım bürokrasi ile işçilerin özyönetim aygıtları arasındaki çelişkiyi işçiler lehine çözebilirdi, ancak ortada bunu savunan bir devrimci örgüt yoktu. İktidarı talep etmeyen Solidarnosc yönetimi, kendi saflarındaki hareketin önüne bir tür set çekmiş oluyordu.
Genel grev ve stalinist askeri darbe
Mart ayında krizin derinleşmesi ile yeni bir grev dalgası başladı. Bydgoszcz kentinde bir ofisi işgal eden Solidarnosc üyeleri başlarında sendikanın lideri Jan Rulewski ile beraber parti görevlileri ile görüşmeye gittiklerinde polis saldırısına uğradılar. Bunun üzerine bölgedeki yarım milyon işçi greve başladı. Solidarnosc 4 saatlik bir genel grevle taleplerinin kabul edilmemesi hâlinde 31 Mart'ta süresiz genel greve başlayacağını ilan etti. Devlet Başkanı Jaruzelski, Lech Walesa'ya Kardinal aracılığı ile doğrudan baskı uygulamaya başladı. Kardinal'le bir saat süren bir görüşmeden sonra Walesa genel grevin iptal edildiğini açıkladı. Üç ay içinde hareket geri çekildi. 1981 ilkbahar ve yaz aylarında krizin derinleşmesi yeni bir grev dalgasına yol açtıysa da, hareket tamamen toparlanamadı. Hükümet, Solidarnosc'u ekonomiyi baltalamakla suçlamaya ve doğrudan güç uygulamaya başladı. 12 Aralık'ta sendikanın ulusal komisyonu bir toplantı yaptı. Bu toplantıdaki eğilim genel grev de dahil olmak üzere tekrar radikalleşmek yönündeydi. Aynı akşam sendika yöneticilerinin kaldığı otel basıldı, yöneticiler tutuklandı. Sabah 6:30'da stalinist General Jaruzelski askeri darbe yaptığını açıkladı ve Solidarnosc'u yasadışı ilan etti. Darbeye karşı bazı işyerlerinde grevler başladıysa da güç kullanılarak bastırıldı, bazı işçiler öldürüldü.
Stalinist rejimin sonu
Yedi yıl sonra, Nisan 1988'de yeni bir grev dalgası başladı. Grevler sallanmakta olan rejimin sonunu getirdi.
Hükümet, Walesa ve Solidarnosc ile masaya oturmak zorunda kaldı. Solidarnosc 1989 yılında tekrar yasal statü kazandı ve yapılan seçimlerde "demokratik" olarak seçilen sandalyelerin tümünü kazandı. (Hükümet meclisteki %67'lik çoğunluğu kendisine saklamıştı). Aralık 1990'da yapılan seçimlerde ise Walesa cumhurbaşkanı seçildi. Stalinizm, işçi muhalefetine yenildi. Ancak ikili iktidar sırasında işçi sınıfının iktidarı ele geçirme şansı kaçırılmıştı. Polonya'da stalinizm yıkıldı, ancak yerine bir işçi iktidarı gelmedi. Yine de,
Polonya örneği stalinizme karşı işçi muhalefetinin gücünü gösteren en önemli örneklerden birisi olarak karşımızda duruyor.
Can Irmak Özinanır

14 Aralık 2012 Cuma

15 Kasım 2011 Salı

12 Kasım 2011 Cumartesi

An excerpt from King Lear..

LEAR – Esin rüzgarlar, esin! Yanaklarınız çatlayıncaya kadar üfürün! Kudurun! Esin! Seller, boşanın! Kuleleri, tepelerindeki fırıldaklara kadar sulara gömün! Düşünce hızıyla bir an içinde çakıp sönen kükürtlü ateşler, meşeleri yaran yıldırımın öncüleri, alazlayın şu ak saçlı başımı! Siz de ey gökler, kainatı saran o korkunç gürlemelerinizle yamyassı edin şu yuvarlak dünyayı! Tabiatın insan döken kalıplarını paramparça edin; nankör insan üreten tohumları silip süpürün!
(...)
Gökler, gürleyin var kuvvetinizle! Yağmurlar, akın! Yıldırımlar, saçın ateşinizi! Siz benim kızlarım değilsiniz ki! Ben sizi nankörlük ediyorsunuz diye yerebilir miyim? Koca bir ülkeyi vermedim ki size; "evlatlarım" demedim ki size! Bana hiçbir itaat borcunuz yok sizin! Onun için keyfinize bakın, neniz varsa yağdırın üzerime... Görüyorsunuz, kölenizim artık... Gücü kalmamış, adam yerine konmaz olmuş, zavallı, alil bir ihtiyarım. Ancak "o habis kızlarıma yardakçılık ediyorsunuz" demekten de kendimi alamıyorum. O melunlarla birlik oluyor, böyle yaşlı ve ağarmış bir başa göklerden savaş açıyorsunuz. Ayıp! Ayıp!

William Shakespeare, Kral Lear

9 Kasım 2011 Çarşamba

Babil Kulesi: Dillerin Kökenine Ait Eski Bir İnanış

Pek çok efsanede ve kutsal kitaplarda adı geçen Babil Kulesi, yeryüzündeki ulusların ve onların konuşmakta olduğu binlerce dilin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili bir inanış unsurudur: İnsanlar, Tanrıya ulaşmak ve ona daha yakın olabilmek için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişmişlerdir. Kule, çok geçmeden yükselmeye başlamış ve bunu gören Tanrı, kuleyi inşa eden her insana ayrı bir dil vermiş, onları dünyanın dört bir tarafına savurmuştur. İnsanlar birbirleriyle anlaşamadıkları için kulenin yapımı da durmuş ve dünya üzerinde çok sayıda ulus ve bu uluslara ait binlerce dil türemiştir.

Babil Kulesi'nin Ortaya Çıkışı
Kulenin ortaya çıkışıyla ilgili anlatı, Eski Ahit'in ilk kitabı Genesis'te şu şekilde geçer (Genesis: Bölüm 11/1-9):
1. Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı.
2. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler.
3. Birbirlerine, 'Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim.' dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar.
4. Sonra, 'Kendimize bir kent kuralım.' dediler, 'Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.'
5. Tanrı, insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi
6. ve şöyle dedi: 'Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar.
7. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.' 8. Böylece Tanrı, onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu.
9. Bu nedenle kente Babil adı verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıttı.
Anlatı, dillerin ve ulusların kökenine ait bir açıklama getirir. Diğer taraftan, Yunan mitolojisinde olduğu gibi, Tanrı ve insanlar arasındaki çekişmeye de göndermede bulunur. Zira, Yunan mitolojisinde de hilekarlığının cezası olarak Sysyphos, tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkum edilmiş; yani tanrılar tarafından cezalandırılmıştı.

Kulenin Yapısı
Brueghel'in* çizimlerinde de rastlanabileceği gibi, aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:
1. katı taşı,
2. katı ateşi,
3. katı bitkiyi,
4. katı hayvanı,
5. katı insanoğlunu,
6. katı güneşi ve gökyüzünü,
7. katı ise melekleri
sembolize etmektedir.

Kulenin Yıkılışı
Yaratılış Kitabında, Kulenin yıkılışından bahsedilmese de Abydenus, Josephus gibi tarihçiler, Tanrının şiddetli bir rüzgârla Kuleyi darmadağın ettiğini belirtirler. Bazı anlatılardaysa Kulenin yıkılışının rüzgarla değil, selle gerçekleştiği aktarılır.

Sonuç
Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izâh etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır.



Aslına bakılırsa, Yunan mitolojisinde çok sık karşılaştığımız motiflerden biri olan 'Tanrıların insanoğlunu cezalandırması'na Babil Kulesi'nde de rastlamak mümkündür: Tanrı, kendisine ulaşmak isteyen ve bir bakıma kendisine baş kaldıran insanoğlunu, birbirlerini anlamayacak hâle getirererek cezalandırır ve onlara gücünü hatırlatır. Bu da anlatıya dinî bir nitelik kazandırır ve anlatının, skolastik düşüncenin egemen olduğu zamanlarda, kilise veya din adamları tarafından dinî duyguları pekiştirmesi amacıyla ortaya çıkarılmış olabileceği fikrini uyandırır.

* Pieter Brueghel: 16. yüzyılda Rönesans döneminde yaşayan Hollandalı ressam. Babil Kulesi ile ilgili önemli birkaç portresi vardır.
* Kaynak: www.isa-sari.com

8 Kasım 2011 Salı

Halkların Demokratik Kongresi adına...

Halkların Demokratik Kongresi adına bugün TBMM’de yapılan basın toplantısı

BASINA VE KAMUOYUNA
Sizleri Halkların Demokratik Kongresi Meclis Divanı ve Kongre Bileşenleri adına sevgiyle selamlıyoruz. 15-16 Ekim’de Türkiye’nin 20 bölgesinden 825 delegenin bir araya gelerek kuruluşunu ilan ettiği Halkların Demokratik Kongresi, Daimi Meclisini ve Meclis Divanını seçti. Meclis Divanı Levent Tüzel, Ertuğrul Kürkçü, Sebahat Tuncel, Sırrı Süreyya Önder, Prof. Şebnem Korur Fincancı ve Prof. Fatma Gök’ten oluşuyor. Divanın ilk dönem sözcüleri Sebahat Tuncel ve Ertuğrul Kürkçü ve diğer iki divan üyesi milletvekili arkadaşımızla karşınızdayız.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) bir mücadele ve kader ortaklığıdır. Bu kongre, güç ve servet sahiplerince itilip kakılmalarını “Allahın hikmeti”ni saymayanların, milyarlarca yoksulun aç, susuz, ilaçsız ölüm uykusuna yatmasına razı olmayanların; soluduğumuz hava, içtiğimiz su, ektiğimiz toprakla birlikte kurutulmaya tahammül etmeyenlerin; pedofillere hoşgörü dağıtılırken parmak kadar çocuklara terörist muamelesi yapılmasına adalet demeyenlerin; erkeklere kölelik etmedikleri için doğranan, boğazlanan taciz ve tecavüze uğrayan, herkesten çok sömürülen hemcinslerinin hakkını arayan kadınların; cinsel yönelimlerinin inkârına “gurur yürüyüşleriyle meydan okuyanların; vicdanı askere yazılmayı kaldırmayanların; rüya gördüğü dilde düşünmek, ana diliyle eğitim görmek, kaderini kendisi tayin etmek için isyan edenlerin; inanç ve kültürlerinin horlanışına tevekkülle boyun eğmeyen, hak yolunda yürüyüş eyleyenlerin; yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz her şeyi ürettikçe yoksulluğa ve yoksunluğa mahkûm edilişine artık yeter diyen emekçilerin; geleceksizlik kaygısı içinde çırpınmaktansa bugünkü dünyanın zilleti içinden başka bir dünya yaratmak için cesaretle sokaklara çıkan gençliğin mücadele ve kader ortaklığıdır.
Bugün sizlerle Türkiye gündemindeki başlıca konulara ilişkin tutumumuzu paylaşmak için bir aradayız. TBMM çatısı altında bulunmak bizi sevgili arkadaşlarımız Ragıp Zarakolu, Prof. Büşra Ersanlı ve binlerce başka tutsağın akıbetinden korur mu bilmiyoruz. Korumayabilir… Sıra belki de bir zamanlar olduğu gibi artık “dokunulmazlıklar”a da gelmektedir. Ama servet ve iktidar hırslarının tutsağı olmuş bugünün muktedirlerine ve onların akıldânelerine Tansu Çiller’in akıbetini de anımsatmak isteriz. O da selefleri Erdoğan ve Gül gibi her türden zulmün eğer “iç düşmanla savaş”a bağlanırsa mubah olduğuna iman etmişti. O da bugün Erdoğan ve Gül’ün iman ettikleri tarzda “iç düşman”lardan “misliyle intikam” almak, onların “altlarını üstlerine getirmek, birliklerini bozmak, evlerine ateş salmak, köklerini kurutmak ve işlerini bitirmek” için akla gelebilecek ve gelemeyecek her türden şiddeti beslemişti. Sonucu biliyoruz. On binlerce ölüm, binlerce tutuklu, yüzlerce yargısız infazdan sonra da savaş hala büyük bir şiddetle sürüp gidiyor, savaş nedenleri nerede ve neden ötürü ortaya çıkmışsa orada ve o nedenle köklerini daha da derinlere uzatarak toplumu kavramaya devam ediyor.
Halkların Demokratik Kongresi çatışmalarda hayatlarını yitiren herkesin aileleri ve yakınların acısını paylaşıyor. Hayatını kaybeden yurttaşlarımız arasında bir ayrım gütmüyoruz. Hakları için mücadele ede geldiğimiz yoksul emekçi ve çiftçi çocuklarının hangi üniforma altında, ya da hangi vesileyle hayatlarını kaybetmiş oldukları bu muazzam trajedi içinde yalnızca bir ayrıntıdır. Onlar hayatlarını kaybettiler, muktedirler iktidarlarını sürdürdüler. Büyük yazar ve şair Bertolt Brecht’in dediği gibi iki tarafta da en çok “analar ağladı”. Özet budur. Ama devletin ideolojik aygıtlarının hummalı çalışması geride kalanların bunun idrakine kavuşmasını zorlaştırdığı nispette çözümün uzağında kalmaya devam ediyoruz.
Van Depremi sadece plansız, çarpık kentleşmenin, kâr amaçlı yapılaşmanın bir ur gibi büyüyerek Türkiye’nin doğusunda da batısında da insan hayatını tehdit etmeyi sürdürdüğünü göstermekle kalmadı. Deprem, medya şimdi örtbas etmeye, unutturmaya çalışsa da kendi eliyle toplumun bağrında büyüttüğü ırkçı nefretin de ne kadar derinlere sirayet ettiğini apansız ortaya serdi. “ Deprem Van’da da olsa…” diye söze başlayanların açığa vurduğu asıl kötülük, onların bunu bir “kötülük olsun” diye söylememiş olmalarındaydı. Onlar o sözleri her gün her yerde, dost meclislerinde ve aile arasında, mahallede ve asla bir tepkiyle karşılaşmaksızın söyleye geldikleri için TV kameraları önünde de iç rahatlığıyla dillendirebildiler. İçlerinden geldiği gibi konuşabilmeleri, karşı karşıya olduğumuz tehlikenin büyüklüğünün farkına varmamızı sağladığı için bir bakıma şans da sayılabilir. Tehlike büyüktür: Çatışma ve savaşın yol açtığı ötekileştirmeyle beslenen ırkçı nefret, doğrudan çatışmaya taraf olmayanları da taraflaşmaya sürüklüyor. Van depreminin tek iyi sonucu, “intikam” çağrılarıyla bu fasit daireyi döndürenlere şimdi “kardeşlik”in değerini hatırlatması olabilir ama bu kadarı, büyüye giden tehlikeyi gidermeye yetmeyebilir.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK), çatışma ve savaşın içinden doğduğu ve karşılıklı olarak beslediği ırkçılığın geriletilmesi ve bir çözüm alanının yaratılmasının en önemli imkânının Türkiye’nin çoğulcu ve çok kimlikli toplumsal gerçekliğiyle yüzleşmesinde olduğunu düşünüyor. Bu çok kimlikliliği Türkiye’nin ırkçılıkla mücadelesinde en değerli hazinesi olarak görüyoruz. Bu yapının görünür kılınması ve bütün toplumsal tarafların sürece etkin müdahalesi Türkiye’yi boydan boya kat eden savaşın sona ermesi ve kalıcı bir barışa ulaşılması için kilit önemde. Halkların Demokratik Kongresi, Türkiye’nin isyan ve çatışma üreten tekçi ve otoriter egemenlik sistemini sorgulayan bütün tarafların çözüm olanakları üretmek üzere bir araya gelmelerini ve Türk-Kürt taraflaşmasının ötesine bakan bir çoğulculuk yeniden kuruluş hamlesi için zemini hazırlamayı amaçlıyor.
Halkların Demokratik Kongresi’nin açılışında da gördüğümüz gibi bu topraklarda yalnızca tek bir ulus yok. Bu resmi ulusçuluğu sadece Kürt halkı da sorguluyor değil. Devlet eliyle kurgulanmış bir Türk-İslam doktrini uyarınca 90 yıldır bastırılan bütün diller, bütün inançlar ve kültürler, bu tekçi egemenlik rejiminin ezdiği bütün toplumsal taraflar yan yana gelerek Türkiye’nin temel sorununu görünür kılabilir ve çözüm alanını genişletebilir ve çok taraflı bir çözüm ve müzakere zemini kurabilirler. Halkların Demokratik Kongresi bu anlamda Türkiye’de yaşayan halklar ve kültürlere kendilerini tanımaları ve kendi suretlerinde yeni bir toplum kurmak için sahip oldukları olanakların farkına varmalarına yardımcı olan bir aynadır.
Halkların Demokratik Kongresi, Erdoğan hükümetinin Kürt Sorununu içinden çıkılmaz bir hale sokmasının bir nedeninin de devletin ırkçı kurgusunu tahkim için 12 Eylül rejiminin yeniden ürettiği Türk-İslam sentezi anlayışını sürdürmesi olduğunu tespit ediyor. Halkların uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınmış kolektif haklarının varlığını temelden inkâr eden bu anlayış ister istemez Kürt halkının taleplerine de “güvenlik” bakış açısıyla yaklaşıyor, siyaseti emniyete endeksliyor. Bu yol sonunda, Kürt Sorununun çözümsüzlüğünden kaynaklanan isyanın sebeplerini gidermek yerine bugün olduğu gibi Kürt muhalefetini kriminalize etmeye, suçla ilişkilendirmeye, Türkiye’yi bir tür ilan edilmemiş sıkıyönetimle yönetmeye, sivil bir 12 Eylül rejimi kurmaya varıyor.
Halkların Demokratik Kongresi’nin başlıca bileşenlerinden biri olan Barış ve Demokrasi Partisi’ne karşı girişilen güvenlik operasyonları bu koşullar altında anlam kazanıyor. Kürt sorununu bir çözüme ulaştırması için BDP’ye omuz veren aydınlar Prof. Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nu da önüne katan gözaltı ve tutuklama dalgası, 12 Eylül askeri rejiminden, Çiller dönemi olağanüstü hal uygulamalarından nitelikçe farksızdır ve onlardan farklı bir sonuç vermeyeceğini öngörmek için de tarih ve siyaset bilgisinden hiç nasiplenmemiş olmak gerekir.
Erdoğan hükümetinin perde arkasında PKK liderliğiyle müzakere ettiği konuları halk önünde açıkça konuşmak ve bu müzakerelerde ele alınan çözüm olanakları üzerinde düşünmek ve tartışmak, Türkiye’de siyaset yapan herkesin hakkıdır. Başbakan Erdoğan savaş baltasına sarıldığından bu yana bu müzakereleri ne kadar unutmak istese de halklar bu temaslar sırasında beliren perspektif içinden yürümek istedikleri için suçlanamazlar. Bu çerçevede “KCK operasyonu” adı altında gözaltına alınan ve tutuklananların serbest bırakılmalarını istemeye devam ediyoruz.
Gözaltı ve tutuklamaların değişmeyen dayanağı TMK, bugün AKP iktidarının başlıca siyasal bastırma araçlarından biri, şiddetle hiçbir pratik ilişkisi olmayan muhaliflere doğrultulmuş bir kıskaçtır. Bugün Türkiye’de AKP’ye muhalif her hangi birinin bir “terör örgütü” üyeliği ile suçlanarak hapse konulmaktan bağışık olduğu söylenemez. En yakın örneği Sosyalist Demokrasi Partisi Genel Başkanı ve merkez yöneticilerine karşı gerçekleştirilmiş olan “Ergenekon” üyliği, “KCK üyeliği”, türünden suçlamaların gerçek eylemlerle hiçbir bağı kalmamış, insanlar artan ölçüde kanaat ve düşünceleri nedeniyle hapsedilir olmuştur. TMK bu haliyle varlığını sürdürdüğü sürece demokratik siyaset ve demokratik bir Anayasa tartışması için uygun koşullardan söz edilemez.
Halkların Demokratik Kongresi, AKP’nin bir tek parti devleti haline gelmiş olmasının demokratik bir çözüm, demokratik bir anayasa için mücadeleyi her zamankinden daha önemli kıldığı görüşündedir. Demokratik bir Anayasa, her şeyden önce Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığında bir tür “şeflik” rejimi halini almış olan yürütmenin yasama ve yargı üzerindeki hâkimiyetini sınırlamayı esas almalı, Başbakan’ın her aklına esenin yasa halini alamayacağı, devletin kanun hükmünde kararnamelerle yönetilmesi yolunu kapatmalıdır.
Bizler Halkların Demokratik Kongresi bileşenleri, Türkiye’deki tekçi egemenlik rejimine yönelik bütün itirazları gerçek bir muhalefet hareketi çevresinde birleştirerek bir iktidar seçeneği kılacağız ve Erdoğan’ın buyruklarıyla yönetilmenin, onun keyfine bağlı olarak siyaset yapmanın kader olmadığını hep birlikte göreceğiz. Kadınlar, Kürtler, emekçiler, doğa ve yaşam için mücadele edenler, gençler, aydınlar, işçilerle omuz omuza. Başka bir Türkiye’nin mümkün olduğunu göreceğiz ve göstereceğiz. 01.11.2011
HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ
adına, Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Levent Tüzel, Sebahat Tuncel