15 Kasım 2011 Salı

12 Kasım 2011 Cumartesi

An excerpt from King Lear..

LEAR – Esin rüzgarlar, esin! Yanaklarınız çatlayıncaya kadar üfürün! Kudurun! Esin! Seller, boşanın! Kuleleri, tepelerindeki fırıldaklara kadar sulara gömün! Düşünce hızıyla bir an içinde çakıp sönen kükürtlü ateşler, meşeleri yaran yıldırımın öncüleri, alazlayın şu ak saçlı başımı! Siz de ey gökler, kainatı saran o korkunç gürlemelerinizle yamyassı edin şu yuvarlak dünyayı! Tabiatın insan döken kalıplarını paramparça edin; nankör insan üreten tohumları silip süpürün!
(...)
Gökler, gürleyin var kuvvetinizle! Yağmurlar, akın! Yıldırımlar, saçın ateşinizi! Siz benim kızlarım değilsiniz ki! Ben sizi nankörlük ediyorsunuz diye yerebilir miyim? Koca bir ülkeyi vermedim ki size; "evlatlarım" demedim ki size! Bana hiçbir itaat borcunuz yok sizin! Onun için keyfinize bakın, neniz varsa yağdırın üzerime... Görüyorsunuz, kölenizim artık... Gücü kalmamış, adam yerine konmaz olmuş, zavallı, alil bir ihtiyarım. Ancak "o habis kızlarıma yardakçılık ediyorsunuz" demekten de kendimi alamıyorum. O melunlarla birlik oluyor, böyle yaşlı ve ağarmış bir başa göklerden savaş açıyorsunuz. Ayıp! Ayıp!

William Shakespeare, Kral Lear

9 Kasım 2011 Çarşamba

Babil Kulesi: Dillerin Kökenine Ait Eski Bir İnanış

Pek çok efsanede ve kutsal kitaplarda adı geçen Babil Kulesi, yeryüzündeki ulusların ve onların konuşmakta olduğu binlerce dilin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili bir inanış unsurudur: İnsanlar, Tanrıya ulaşmak ve ona daha yakın olabilmek için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişmişlerdir. Kule, çok geçmeden yükselmeye başlamış ve bunu gören Tanrı, kuleyi inşa eden her insana ayrı bir dil vermiş, onları dünyanın dört bir tarafına savurmuştur. İnsanlar birbirleriyle anlaşamadıkları için kulenin yapımı da durmuş ve dünya üzerinde çok sayıda ulus ve bu uluslara ait binlerce dil türemiştir.

Babil Kulesi'nin Ortaya Çıkışı
Kulenin ortaya çıkışıyla ilgili anlatı, Eski Ahit'in ilk kitabı Genesis'te şu şekilde geçer (Genesis: Bölüm 11/1-9):
1. Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı.
2. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler.
3. Birbirlerine, 'Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim.' dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar.
4. Sonra, 'Kendimize bir kent kuralım.' dediler, 'Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.'
5. Tanrı, insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi
6. ve şöyle dedi: 'Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar.
7. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.' 8. Böylece Tanrı, onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu.
9. Bu nedenle kente Babil adı verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıttı.
Anlatı, dillerin ve ulusların kökenine ait bir açıklama getirir. Diğer taraftan, Yunan mitolojisinde olduğu gibi, Tanrı ve insanlar arasındaki çekişmeye de göndermede bulunur. Zira, Yunan mitolojisinde de hilekarlığının cezası olarak Sysyphos, tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkum edilmiş; yani tanrılar tarafından cezalandırılmıştı.

Kulenin Yapısı
Brueghel'in* çizimlerinde de rastlanabileceği gibi, aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:
1. katı taşı,
2. katı ateşi,
3. katı bitkiyi,
4. katı hayvanı,
5. katı insanoğlunu,
6. katı güneşi ve gökyüzünü,
7. katı ise melekleri
sembolize etmektedir.

Kulenin Yıkılışı
Yaratılış Kitabında, Kulenin yıkılışından bahsedilmese de Abydenus, Josephus gibi tarihçiler, Tanrının şiddetli bir rüzgârla Kuleyi darmadağın ettiğini belirtirler. Bazı anlatılardaysa Kulenin yıkılışının rüzgarla değil, selle gerçekleştiği aktarılır.

Sonuç
Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izâh etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır.



Aslına bakılırsa, Yunan mitolojisinde çok sık karşılaştığımız motiflerden biri olan 'Tanrıların insanoğlunu cezalandırması'na Babil Kulesi'nde de rastlamak mümkündür: Tanrı, kendisine ulaşmak isteyen ve bir bakıma kendisine baş kaldıran insanoğlunu, birbirlerini anlamayacak hâle getirererek cezalandırır ve onlara gücünü hatırlatır. Bu da anlatıya dinî bir nitelik kazandırır ve anlatının, skolastik düşüncenin egemen olduğu zamanlarda, kilise veya din adamları tarafından dinî duyguları pekiştirmesi amacıyla ortaya çıkarılmış olabileceği fikrini uyandırır.

* Pieter Brueghel: 16. yüzyılda Rönesans döneminde yaşayan Hollandalı ressam. Babil Kulesi ile ilgili önemli birkaç portresi vardır.
* Kaynak: www.isa-sari.com

8 Kasım 2011 Salı

Halkların Demokratik Kongresi adına...

Halkların Demokratik Kongresi adına bugün TBMM’de yapılan basın toplantısı

BASINA VE KAMUOYUNA
Sizleri Halkların Demokratik Kongresi Meclis Divanı ve Kongre Bileşenleri adına sevgiyle selamlıyoruz. 15-16 Ekim’de Türkiye’nin 20 bölgesinden 825 delegenin bir araya gelerek kuruluşunu ilan ettiği Halkların Demokratik Kongresi, Daimi Meclisini ve Meclis Divanını seçti. Meclis Divanı Levent Tüzel, Ertuğrul Kürkçü, Sebahat Tuncel, Sırrı Süreyya Önder, Prof. Şebnem Korur Fincancı ve Prof. Fatma Gök’ten oluşuyor. Divanın ilk dönem sözcüleri Sebahat Tuncel ve Ertuğrul Kürkçü ve diğer iki divan üyesi milletvekili arkadaşımızla karşınızdayız.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) bir mücadele ve kader ortaklığıdır. Bu kongre, güç ve servet sahiplerince itilip kakılmalarını “Allahın hikmeti”ni saymayanların, milyarlarca yoksulun aç, susuz, ilaçsız ölüm uykusuna yatmasına razı olmayanların; soluduğumuz hava, içtiğimiz su, ektiğimiz toprakla birlikte kurutulmaya tahammül etmeyenlerin; pedofillere hoşgörü dağıtılırken parmak kadar çocuklara terörist muamelesi yapılmasına adalet demeyenlerin; erkeklere kölelik etmedikleri için doğranan, boğazlanan taciz ve tecavüze uğrayan, herkesten çok sömürülen hemcinslerinin hakkını arayan kadınların; cinsel yönelimlerinin inkârına “gurur yürüyüşleriyle meydan okuyanların; vicdanı askere yazılmayı kaldırmayanların; rüya gördüğü dilde düşünmek, ana diliyle eğitim görmek, kaderini kendisi tayin etmek için isyan edenlerin; inanç ve kültürlerinin horlanışına tevekkülle boyun eğmeyen, hak yolunda yürüyüş eyleyenlerin; yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz her şeyi ürettikçe yoksulluğa ve yoksunluğa mahkûm edilişine artık yeter diyen emekçilerin; geleceksizlik kaygısı içinde çırpınmaktansa bugünkü dünyanın zilleti içinden başka bir dünya yaratmak için cesaretle sokaklara çıkan gençliğin mücadele ve kader ortaklığıdır.
Bugün sizlerle Türkiye gündemindeki başlıca konulara ilişkin tutumumuzu paylaşmak için bir aradayız. TBMM çatısı altında bulunmak bizi sevgili arkadaşlarımız Ragıp Zarakolu, Prof. Büşra Ersanlı ve binlerce başka tutsağın akıbetinden korur mu bilmiyoruz. Korumayabilir… Sıra belki de bir zamanlar olduğu gibi artık “dokunulmazlıklar”a da gelmektedir. Ama servet ve iktidar hırslarının tutsağı olmuş bugünün muktedirlerine ve onların akıldânelerine Tansu Çiller’in akıbetini de anımsatmak isteriz. O da selefleri Erdoğan ve Gül gibi her türden zulmün eğer “iç düşmanla savaş”a bağlanırsa mubah olduğuna iman etmişti. O da bugün Erdoğan ve Gül’ün iman ettikleri tarzda “iç düşman”lardan “misliyle intikam” almak, onların “altlarını üstlerine getirmek, birliklerini bozmak, evlerine ateş salmak, köklerini kurutmak ve işlerini bitirmek” için akla gelebilecek ve gelemeyecek her türden şiddeti beslemişti. Sonucu biliyoruz. On binlerce ölüm, binlerce tutuklu, yüzlerce yargısız infazdan sonra da savaş hala büyük bir şiddetle sürüp gidiyor, savaş nedenleri nerede ve neden ötürü ortaya çıkmışsa orada ve o nedenle köklerini daha da derinlere uzatarak toplumu kavramaya devam ediyor.
Halkların Demokratik Kongresi çatışmalarda hayatlarını yitiren herkesin aileleri ve yakınların acısını paylaşıyor. Hayatını kaybeden yurttaşlarımız arasında bir ayrım gütmüyoruz. Hakları için mücadele ede geldiğimiz yoksul emekçi ve çiftçi çocuklarının hangi üniforma altında, ya da hangi vesileyle hayatlarını kaybetmiş oldukları bu muazzam trajedi içinde yalnızca bir ayrıntıdır. Onlar hayatlarını kaybettiler, muktedirler iktidarlarını sürdürdüler. Büyük yazar ve şair Bertolt Brecht’in dediği gibi iki tarafta da en çok “analar ağladı”. Özet budur. Ama devletin ideolojik aygıtlarının hummalı çalışması geride kalanların bunun idrakine kavuşmasını zorlaştırdığı nispette çözümün uzağında kalmaya devam ediyoruz.
Van Depremi sadece plansız, çarpık kentleşmenin, kâr amaçlı yapılaşmanın bir ur gibi büyüyerek Türkiye’nin doğusunda da batısında da insan hayatını tehdit etmeyi sürdürdüğünü göstermekle kalmadı. Deprem, medya şimdi örtbas etmeye, unutturmaya çalışsa da kendi eliyle toplumun bağrında büyüttüğü ırkçı nefretin de ne kadar derinlere sirayet ettiğini apansız ortaya serdi. “ Deprem Van’da da olsa…” diye söze başlayanların açığa vurduğu asıl kötülük, onların bunu bir “kötülük olsun” diye söylememiş olmalarındaydı. Onlar o sözleri her gün her yerde, dost meclislerinde ve aile arasında, mahallede ve asla bir tepkiyle karşılaşmaksızın söyleye geldikleri için TV kameraları önünde de iç rahatlığıyla dillendirebildiler. İçlerinden geldiği gibi konuşabilmeleri, karşı karşıya olduğumuz tehlikenin büyüklüğünün farkına varmamızı sağladığı için bir bakıma şans da sayılabilir. Tehlike büyüktür: Çatışma ve savaşın yol açtığı ötekileştirmeyle beslenen ırkçı nefret, doğrudan çatışmaya taraf olmayanları da taraflaşmaya sürüklüyor. Van depreminin tek iyi sonucu, “intikam” çağrılarıyla bu fasit daireyi döndürenlere şimdi “kardeşlik”in değerini hatırlatması olabilir ama bu kadarı, büyüye giden tehlikeyi gidermeye yetmeyebilir.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK), çatışma ve savaşın içinden doğduğu ve karşılıklı olarak beslediği ırkçılığın geriletilmesi ve bir çözüm alanının yaratılmasının en önemli imkânının Türkiye’nin çoğulcu ve çok kimlikli toplumsal gerçekliğiyle yüzleşmesinde olduğunu düşünüyor. Bu çok kimlikliliği Türkiye’nin ırkçılıkla mücadelesinde en değerli hazinesi olarak görüyoruz. Bu yapının görünür kılınması ve bütün toplumsal tarafların sürece etkin müdahalesi Türkiye’yi boydan boya kat eden savaşın sona ermesi ve kalıcı bir barışa ulaşılması için kilit önemde. Halkların Demokratik Kongresi, Türkiye’nin isyan ve çatışma üreten tekçi ve otoriter egemenlik sistemini sorgulayan bütün tarafların çözüm olanakları üretmek üzere bir araya gelmelerini ve Türk-Kürt taraflaşmasının ötesine bakan bir çoğulculuk yeniden kuruluş hamlesi için zemini hazırlamayı amaçlıyor.
Halkların Demokratik Kongresi’nin açılışında da gördüğümüz gibi bu topraklarda yalnızca tek bir ulus yok. Bu resmi ulusçuluğu sadece Kürt halkı da sorguluyor değil. Devlet eliyle kurgulanmış bir Türk-İslam doktrini uyarınca 90 yıldır bastırılan bütün diller, bütün inançlar ve kültürler, bu tekçi egemenlik rejiminin ezdiği bütün toplumsal taraflar yan yana gelerek Türkiye’nin temel sorununu görünür kılabilir ve çözüm alanını genişletebilir ve çok taraflı bir çözüm ve müzakere zemini kurabilirler. Halkların Demokratik Kongresi bu anlamda Türkiye’de yaşayan halklar ve kültürlere kendilerini tanımaları ve kendi suretlerinde yeni bir toplum kurmak için sahip oldukları olanakların farkına varmalarına yardımcı olan bir aynadır.
Halkların Demokratik Kongresi, Erdoğan hükümetinin Kürt Sorununu içinden çıkılmaz bir hale sokmasının bir nedeninin de devletin ırkçı kurgusunu tahkim için 12 Eylül rejiminin yeniden ürettiği Türk-İslam sentezi anlayışını sürdürmesi olduğunu tespit ediyor. Halkların uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınmış kolektif haklarının varlığını temelden inkâr eden bu anlayış ister istemez Kürt halkının taleplerine de “güvenlik” bakış açısıyla yaklaşıyor, siyaseti emniyete endeksliyor. Bu yol sonunda, Kürt Sorununun çözümsüzlüğünden kaynaklanan isyanın sebeplerini gidermek yerine bugün olduğu gibi Kürt muhalefetini kriminalize etmeye, suçla ilişkilendirmeye, Türkiye’yi bir tür ilan edilmemiş sıkıyönetimle yönetmeye, sivil bir 12 Eylül rejimi kurmaya varıyor.
Halkların Demokratik Kongresi’nin başlıca bileşenlerinden biri olan Barış ve Demokrasi Partisi’ne karşı girişilen güvenlik operasyonları bu koşullar altında anlam kazanıyor. Kürt sorununu bir çözüme ulaştırması için BDP’ye omuz veren aydınlar Prof. Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nu da önüne katan gözaltı ve tutuklama dalgası, 12 Eylül askeri rejiminden, Çiller dönemi olağanüstü hal uygulamalarından nitelikçe farksızdır ve onlardan farklı bir sonuç vermeyeceğini öngörmek için de tarih ve siyaset bilgisinden hiç nasiplenmemiş olmak gerekir.
Erdoğan hükümetinin perde arkasında PKK liderliğiyle müzakere ettiği konuları halk önünde açıkça konuşmak ve bu müzakerelerde ele alınan çözüm olanakları üzerinde düşünmek ve tartışmak, Türkiye’de siyaset yapan herkesin hakkıdır. Başbakan Erdoğan savaş baltasına sarıldığından bu yana bu müzakereleri ne kadar unutmak istese de halklar bu temaslar sırasında beliren perspektif içinden yürümek istedikleri için suçlanamazlar. Bu çerçevede “KCK operasyonu” adı altında gözaltına alınan ve tutuklananların serbest bırakılmalarını istemeye devam ediyoruz.
Gözaltı ve tutuklamaların değişmeyen dayanağı TMK, bugün AKP iktidarının başlıca siyasal bastırma araçlarından biri, şiddetle hiçbir pratik ilişkisi olmayan muhaliflere doğrultulmuş bir kıskaçtır. Bugün Türkiye’de AKP’ye muhalif her hangi birinin bir “terör örgütü” üyeliği ile suçlanarak hapse konulmaktan bağışık olduğu söylenemez. En yakın örneği Sosyalist Demokrasi Partisi Genel Başkanı ve merkez yöneticilerine karşı gerçekleştirilmiş olan “Ergenekon” üyliği, “KCK üyeliği”, türünden suçlamaların gerçek eylemlerle hiçbir bağı kalmamış, insanlar artan ölçüde kanaat ve düşünceleri nedeniyle hapsedilir olmuştur. TMK bu haliyle varlığını sürdürdüğü sürece demokratik siyaset ve demokratik bir Anayasa tartışması için uygun koşullardan söz edilemez.
Halkların Demokratik Kongresi, AKP’nin bir tek parti devleti haline gelmiş olmasının demokratik bir çözüm, demokratik bir anayasa için mücadeleyi her zamankinden daha önemli kıldığı görüşündedir. Demokratik bir Anayasa, her şeyden önce Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığında bir tür “şeflik” rejimi halini almış olan yürütmenin yasama ve yargı üzerindeki hâkimiyetini sınırlamayı esas almalı, Başbakan’ın her aklına esenin yasa halini alamayacağı, devletin kanun hükmünde kararnamelerle yönetilmesi yolunu kapatmalıdır.
Bizler Halkların Demokratik Kongresi bileşenleri, Türkiye’deki tekçi egemenlik rejimine yönelik bütün itirazları gerçek bir muhalefet hareketi çevresinde birleştirerek bir iktidar seçeneği kılacağız ve Erdoğan’ın buyruklarıyla yönetilmenin, onun keyfine bağlı olarak siyaset yapmanın kader olmadığını hep birlikte göreceğiz. Kadınlar, Kürtler, emekçiler, doğa ve yaşam için mücadele edenler, gençler, aydınlar, işçilerle omuz omuza. Başka bir Türkiye’nin mümkün olduğunu göreceğiz ve göstereceğiz. 01.11.2011
HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ
adına, Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Levent Tüzel, Sebahat Tuncel

5 Kasım 2011 Cumartesi

Parayla ölüm listesinden isim sildi

’Parayla ölüm listesinden isim sildi’

Faili meçhul cinayetler kapsamında ifade veren Sedat Peker, 'İşadamı Ahmet Hamoğlu ölüm listesinden çıkmak için Korkut Eken’e para ödedi’’ diye konuştu.

Ünlü mafya lideri Sedat Peker, Ankara’da devam eden faili meçhul cinayetler soruşturmasında dün ifade verdi. Peker ifadesinde Kürt işadamlarına yönelik ölüm listelerine dair önemli açıklamalarda bulundu. Peker, işadamı Ahmet Hamoğlu’nun listeden çıkmak için Korkut Eken’e para ödediğini ileri sürdü.

Radikal gazetesinin haberine göre, faili meçhul cinayetler soruşturmasını yürüten Savcı Hakan Yüksel, Ergenekon davası sanıklarından Sedat Peker’in de ifadesini aldı. 9 sayfayı bulan ifadesinde Peker, Eken ile 1995’te tanıştığını anlatarak, “Tanıştığım zaman Kürt iş adamlarına yönelik faili meçhul zaten gerçekleşmişti” dedi. Susurluk kazasında sonra tutuklanarak cezaevine konulan Eken’i ziyaret ettiğini söyleyen Peker şöyle devam etti: “Eken, Ayaş Cezaevi’nde yatıyordu. O zaman Kaçakçılık Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı olan Mehmet Emin Aslan’ı benim yanımda cezaevinden arayarak samimi konuşmalar yaptı.”

İfadesinde Kürt işadamlarına yönelik olarak tutulan ölüm listelerine de değinen Peker, bu konuda da şu bilgileri verdi: “Cinayetlerin MGK tarafından yetkilendirilen ekip tarafından gerçekleştirildiğini duyuyordum. Yeşil isimli şahs, Doğu’da bir zamanlar JİTEM tarafından kullanıldıktan sonra MİT ile birlikte çalışmaya başladı. MİT’te Mehmet Eymür’ün kadrosunda olduğu, şehirlerde eylem gerçekleştirdiğini duyuyorduk.”

Ergenekon iddianamesinde yer alan ve Eken’in iş adamlarından para aldığını belirten telefon konuşmasına da açıklık getiren Peker şunları anlattı: “Atilla Yıldırım’a bu konuyu anlattım. Bunun üzerine gülerek, ‘Olay bildiğin gibi değil. Ben Korkut abiyi işadamı Ahmet Hamoğlu ile tanıştırdım. Hamoğlu’nun yanına çantasız geldik. Giderken Korkut abinin elinde bir James Bond çanta vardı’ dedi. Bunun üzerine çok şaşırmıştım. Eken’in, Hamoğlu’ndan bir çanta dolusu para aldığını biliyorum. O dönemde PKK’ya yardım eden iş adamlarına yönelik hazırlanan listedeki bazı şahısların öldürüldüğünü herkes konuşuyordu. Bence Hamoğlu da para verdi. O dönemde kesinlikle devlet yoktu.”

Halis Toprak da vardı
İnsanlarda o zamanlar korku içinde olduğunu çünkü polisler eşliğinde alınıp sorgusuz sualsiz öldürüldüklerini ifade eden Peker, Yakup Kürşat Yılmaz’ın kendisine Halis Toprak’ı öldürülmesi için devlette görevli bazı kişilerin teklifte bulunduğunu ama bunu kabul etmediğini anlattığını da aktardı. Peker, “Bu ret olayından sonra açık cezaevinde kapalı cezaevine çıktığını söylemişti. Kendi isteklerini yapmayan kişiler bu şekilde sıkıntıya sokuyorlardı. Ama cezaevinde ama poliste işkence yaptırarak istediklerini alıyorlardı. Kürşat Yılmaz’ın Diyarbakır cezaevine sevki sırasında Mehmet Ağar Adalet Bakanıydı” diye konuştu.

Peker, Tansu Çiller’in başbakan olmasından sonra Mehmet Eymür’ün yıldızının parladığına da dikkat çekti.

Dev-Sol’cuları öldürdüler
Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı hakkında da iddialarda bulunan Peker “Hanefi Avcı Diyarbakır’daki itirafçılardan Süleyman Öger, Hidayet Bozyiğit, İbrahim Babat, Hüseyin Tilki gibi kişileri İstanbul’a getirmiş istihbarat şube görevlisi ‘pala’ lakaplı baş komiser tarafından bana emanet edilmişti. Bu konuyla ilgili bildiklerimi Ergenekon soruşturmasına yürüten savcıya anlattım. Dev-Sol’da Bedri Yağan grubuna yönelik yapılan operasyonlarda temizlik diye nitelendirilen eylemlerde bu itirafçıların görevlendirildiğini kalan sağları en son bunların öldürdüğünü anlattılar.”

Eken Yeşil’in kaburgasını kırdırdı
Korkut Eken’in, Yeşil ile arasını bozmaya çalıştığını söyleyen Sedat Peker şöyle dedi: “Ama aramız bozulmadı. Konuyu Korkut Eken’e anlattım. Kısa bir süre sonra İstanbul Asayiş Müdürlüğü’ne çay içmeye çağrıldım. Yan kesicilikten gözaltına aldılar Çok feci işkence gördüm. Çıplak soyup fotoğraflarımı çektiler. Ben bu olaydan sonra Yeşil’i, Sedat Demir’in Ankara Asayiş Müdürü olduğu zamanda gözaltına alıp işkence yaparak kaburgasını kırdığını öğrendim. Bunu isteyen kişinin de Korkut Eken olduğunu çok sonradan duydum.”

Hükümet meşrulaştırıyor!

Hükümet meşrulaştırıyor!

ANKARA / DİHA
Güncellenme : 04.11.2011 10:02

Hükümet N.Ç. davasında tecavüzü onaylayan karara imza atan Yargıtay’ı değil başkalarını suçluyor. Aile Bakanı Şahin, basını suçlarken, AB Bakanı Bağış da kendilerinden önceki iktidarları suçladı

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Yargıtay’ın N.Ç. ile ilgili verdiği kararda kesin karar vermediğini savunarak basının konuyu farklı yere çekmeye çalıştığını ileri sürdü. Egemen Bağış ise yıllardır iktidarda olduklarını “unutup”, “Muhalefet bu süreçteki payını unutmamalıdır” diyerek Yargıtay’ı değil muhalefeti eleştirdi. BDP Kadın Meclisi ise, “siyasal iktidarın yargı gücünü kullanarak tecavüzcüleri koruma yoluna gittiği”ne dikkat çekti.

Tecavüzcüleri koruyan zihniyet

BDP Kadın Meclisi, N.Ç. davasında Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin verdiği kararla ilgili yazılı açıklama yaptı. Açıklamada, 2002 yılında 13 yaşında olan N.Ç.’nin fuhuşa sürüklendiğinin ve aralarında asker asker, memur, korucu, muhtar gibi birçok devlet görevlisinin olduğu 26 erkekle ilişkiye zorlandığının altı çizilerek, Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin yerel mahkemenin “N.Ç.’nin sanıklarla rızasıyla birlikte olduğu” yönündeki kararını onaması ve bu nedenle yerel mahkemenin sanıklara en az 5 yıl ceza öngören “15 yaşından küçük biriyle rızasıyla birlikte olmak” suçundan ceza verilmesini yeterli bulması kararı eleştirildi. Aynı gerekçeyle sanıklar hakkındaki “rızasını alarak alıkoymak” suçunun zaman aşımından düşmesi yönündeki Mardin Ağır Ceza Mahkemesi kararında onaylandığının hatırlatıldığı açıklamada tecavüzcülerin hapisten kurtarıldığı belirtildi.

Bu zihniyeti anlamak mümkün değil

Uzun zamandır Türkiye’nin gündeminde olan ve kadın hakları savunucularının dikkatle izlediği bu davada mahkemenin adil olmayan, vicdanları yaralayan bu kararının adeta infial yarattığı ifade edildi. Açıklamada, “Yargıtay’ın onama kararıyla 13 yaşında küçücük bir kız çocuğunun kendisinden yaşça oldukça büyük erkeklerle rızasıyla birlikte olduğu ve kendine yapılanın farkında olduğu yargı tarafından kabul edilmiştir. Bu zihniyeti, mantığı, mantaliteyi anlamak mümkün değildir” ifadesi kullanıldı. 18 yaşından küçük olan herkesin çocuk olduğunun uluslararası hukukta da tespit edilmiş olduğuna ve BM Uluslararası Çocuk Hakları Bildirgesi’ne göre de çocukların her türlü şiddetten korunma hükmünün net olduğuna işaret edilen açıklamada, 9 yıldır iktidarda olan AKP iktidarının bu durumdan bizzat sorumlu olduğu belirtildi. Açıklamada, siyasal iktidarın yargı gücünü kullanarak kadına her tür şiddeti sonlandırmak yerine meşrulaştırma ve tecavüzcüleri koruma yoluna gittiğine dikkat çekildi.

Önemli olan yasa değil zihniyet değişikliği

Savaştan kaynaklı bölgede Kürt kadınlarının ve çocuklarının yaşadıkları travmanın yoğun olduğuna vurgu yapılan açıklamada, Kürt kadınlarının bugüne kadar yaptıkları “Tecavüz Kültürünü Aşalım Demokratik, Özgür Toplumu Yaratalım” ile “Kadın Kırımı Toplum Kırımıdır” adlı kampanyalarla itirazlarını dile getirdikleri ifade edildi. Yargının N.Ç. davasındaki kararla sınıfta kaldığına, tecavüz faillerini korumayı tercih ettiğine dikkat çekilen açıklamada, “Bu kararla tecavüzcüler açıkça korunmuşlardır, bununla birlikte failler daha çok devletin kamu görevlileri, bürokratlar, askerler, korucular olduğundan yargı erkinin koruması da daha görünür olmuştur” denildi. Kadına yönelik suçlarda her şeyden önce ciddi bir zihniyet sorunuyla karşı karşıya olunduğuna dikkat çekilen açıklamada, ne kadar yasa çıkarılırsa çıkarılsın zihniyet değişmedikçe aynı uygulamaların devam edileceği belirtildi. Açıklamada, şöyle denildi: “İstediğiniz kadar yasa çıkarın önemli olan zihniyetin değişmesidir. İşte AKP zihniyeti tecavüzcüleri koruyan zihniyeti.”


Çocuk olduğu görmezden gelindi

Eğitim Sen Merkez Kadın Sekreteri Sakine Esen Yılmaz da N.Ç. davasında Yargıtay’ın verdiği karara ilişkin yazılı açıklama yaptı. Yılmaz, açıklamada, bu kararla sanıklara en az 10 yıl ceza verilmesi gereken tecavüz suçundan değil, en az 5 yıl ceza öngören “15 yaşından küçük biriyle rızasıyla birlikte olmak” suçundan ceza verildiğini belirten Yılmaz, kararın hem insan hakları hem de çocuk hakları açısından utanç verici olduğunu vurguladı. Yılmaz, Yargıtay’ın bu davada bir çocuğun olduğunu görmezden gelip, devletin askerlerini, memurlarını, korucularını kurtarmak adına verdiği kararın TCK’nin 103. maddesine (çocukların cinsel istismarı) aykırı olduğuna dikkat çekti. Yasanın, 15 yaşını tamamlamamış çocukları fiilin anlam ve sonucunu anlamayacak çocuk kategorisine soktuğunu ve bu çocuklara karşı işlenen fiilde de çocuğun rızası olup olmadığı aranmayacağını belirtti. Yılmaz, risk altındaki çocukları cinsel taciz ve tecavüz suçları karşısında korunmasını sağlayacak önlemlerin Yargıtay’ın verdiği kararla boşa çıkarıldığını belirterek, “Yargı süreci etkili ve sonuç alıcı şekilde işlememiş, adalet duygusunu inciten, vicdanımızı yaralayan bir karara imza atılmıştır” dedi.

AKP’den başka herkes suçlu!

N.Ç hakkında Yargıtay’ın verdiği karara ilişkin açıklama yapan AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, konuyla ilgili sorumluluğunu görmeyerek kendilerinden önceki hükümetleri, yargıdaki statükoyu, muhalefeti kısacası kendileri dışındaki herkesi suçladı. Bağış, sorunun yargıdaki ve mevzuattaki bir sorun olduğunu iddia etti. Yasalardaki çarpıklıklara ve uygulamalara ilişkin yıllardır kendilerinin iktidarda olduğunu unutarak kendilerinden önceki sürece gönderme yapan Bağış, “Vuruşa vuruşa çekilenler yasaların labirentinde yüzlerce bubi tuzağı bıraktılar. Daha temizleyemedik. Reform çabalarımızı Meclis’te engelleyen muhalefet bu süreçteki payını unutmamalıdır.” şeklinde konuştu. Bağış, “Medya ve sosyal medyada bu haksız ve adaletsiz kararı hükümetimize mal etmeye çalışanları da kınıyorum.” dedi.

Bakandan Yargıtay savunması

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Yargıtay’ın N.Ç. ile ilgili verdiği kararda kesin karar vermediğini belirterek, basının konuyu farklı yere çekmeye çalıştığını ileri sürdü. Şahin, Yargıtay’ın verdiği kararın ardından yargı sürecinin devam ettiğini belirtti. Yargıtay’ın N.Ç. kararının basın aracılığıyla farklı yönlendirildiği ileri süren Şahin, “Bekleyelim. Kısmi iptaller vardır, biz kararımızı vermedik diyor” diyerek, Yargıtay’ı savundu.