27 Mayıs 2009 Çarşamba

Politika ve Mitoloji




Arkadaşlar, Fatih Aygüneş Politika ve Mitoloji konulu sunum yapacaktır.




28 Mayıs Perşembe saat: 11.45-12.30
Yer: A107
Hepinizi bekliyoruz...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

soyut insanlar

Kasetlerimiz vardı eskiden. Walkman’lerimiz vardı. Kot pantolonumuzun kemer kısmına takıp dinlerdik yürürken,çok havalıydı :) Kasetçalarlarımız vardı evde. Bir dolaba dizerdik kasetlerimizi özenli bir biçimde. Doğum günlerimizde arkadaşlarımıza o kasetlerdeki en sevdiğimiz şarkıları dinletirdik. Sıkıldık mı bir kasetin içindeki şarkılardan, üzerine başka bir kaset doldururduk. Ya da çok sevdik mi bir şarkıyı geriye sarmak için bir-iki dakika beklemek zorunda kalırdık.
…ve zaman değişti; kasetler, kasetçalarlar çöpe atıldı ve yerlerini cd'ler, cd çalarlar aldı. Daha kolaydı onlardan müzik dinlemek. Bir tuşa dokunarak bir şarkı ileriye ya da geriye gidebiliyorduk. Hem daha az yer kaplıyordu kasetlerden.
…ve zaman yine değişti; cd'ler gitti, cd çalarlar evde bir dolabın üzerinde kullanılmayan elektronik eşyalar olarak yerini aldı. Sıra geldi ipod’lara, bilgisayarlara. Artık mp3'lerimiz var, internette yazdığımız anda istediğimiz şarkının adını iki dakika sonra başlıyoruz dinlemeye. Müzik arşivimiz var ama GB’ların içine sığdırılmış durumda.
Evet belki büyüktü walkmanlerimiz, kulaklıkları bir acayipti ya da bekliyorduk şarkıyı geriye sarmak için ama en önemlisi somuttu onlar, gerçekti. Yıllar sonra elimize aldığımızda bir kaseti o zamanki zevklerimizi, yaşanmışlıklarımızı hatırlardık. Peki ya şimdi? Kitapları bile bilgisayarda okuyoruz, dokunmadan sayfalara, kağıt kokusunu çekmeden içimize… İnternet üzerinden gönderiyoruz sevdiğimiz bir şarkıyı arkadaşımıza, paylaşım klasörü oluştururken paylaşımı azaltıyoruz.
Hani çok hızlı giden bir otomobilde sımsıkı tutunuruz ya koltuğa, onun gibi sarılıyoruz yeniliklere ama aslında hızla hareket edenin onlar olduğunun, zamanın getirdikleri dediğimiz şeylerin aslında zamanın götürdükleri olduğunun ve günden güne ne kadar soyutlaştığımızın farkında mıyız?

24 Mayıs 2009 Pazar

ev sahiplerine vergi şoku

Dostlar, son gündem maddelerinden biri de kabine değişikliğiydi.
Hepimiz, yeni kabinenin eskisinden farklı olarak hangi işlere imza
atacağını merakla bekliyorduk. Özellikle ekonomi ve dış politika
tavrının nasıl değişeceği önemliydi.
Geçenlerde okuduğum bir haberde (21.5.2009, Milliyet), Maliye
Bakanlığı'na getirilen Mehmet Şimşek'in vergi alanında büyük bir
baskıya gideceğini okudum. Bakanın gündeminde ev sahiplerine
tanınan 2,600 TL kira geliri vergi sınırının aşağıya çekilmesiydi.
Aslında 2,600 TL'ye kadar alınan kiralara devlet müdahelesi olmuyor,
para kiracıdan gelip evsahibine tastamam ulaşıyordu.
Özetle, verginin tabana yayılması, vergi mükelleflerinin sırtına
bir yük daha bineceğini müjdeliyor bakan :)

Şu durumda orta sınıfa ani bir yükten söz edilemez, çünkü sadece
bir binadan 2,600 TL kira toplayan bir kişi/tüzel kişinin yaşam
standartları orta sınıfın üst düzeylerinde olsa gerek.(*)

Yönetilen perspektifinden uzaklaşıp bir de "onların" açısından
bakmaya çalışalım mı? Biliyorsunuz ekonomik depresyon (artık kriz değil)
sonrası nakit sıkıntısı yaşayan piyasalar yüzünü IMF'ye dönüp artık
borçları tahsil etmesi yönünde baskılar yaptı. Hükümetler yardım
programları açıkladı, milyarlarca dolar özel teşebbüse aktı.
Bizim ülkemizin payına düşen de yüksek vergiden taviz vermeyerek
hatta vergilerin artırılmasıydı.(*) Bana kalırsa Mehmet Şimşek'in
aldığı "direktif" de bu amaca yönelik...

22 Mayıs 2009 Cuma

bir hak'sıza mektup

Nasılsa bir şey olmaz ? -Yapacak bir şey yok ki.. Sonuç statükonun devamı.. Beğenilmeyen, şikayet edilen- kabul edilmeyen her şey-hiçbir değişikliğe uğramadan devam eddecek. 'Hak' ne demektir ? Sana ne yapabilme imkanını verir ?
- en başında da hareket alanı yaratır.. Bireysel ilişkilerinin ya da devletle olan ilişkilerinin temelde haklardan kaynaklanır.
'var olman senin hakkındır'
Sen , hakkı hak etmeyen, !
Tüm varoluşunu reddediyorsun aslında haklarını gözardı ederek. Hiçbir şey yapamayacağına olan algın; haklara karşı ayıbındır ve utancındır- aynı zamanda - kendini bilmemektir- ne yapabileceğini, ne yaptırabileceğini, nelere kadir olduğunu bilmemektesin , fark edememektesin !! Çok bir şey değil : sadece sen de olanı hak et- hakkını hak et- hakkınla var oL bu haksız düzende

zaman zaman

Saatim olsun istemiyorum.Sabaha kaç saat kaldı,dersin başlamasına kaç dakika kaldı,sevdiğim şarkının bitmesine kaç saniye kaldı diye sormak istemiyorum.Kol saatim olsun istemiyorum.Cep telefonumu istemiyorum ekranında kocaman rakamlarla saati gösterdiği için.Bilgisayarımın sağ alt köşesine bakmak istemiyorum sırf saati görmemek için.Zamanım yok demek istemiyorum 'zamanım yok' demek istiyorum.Zaman yok olsun, sonsuzlukta kaybolayım demek istemiyorum; sonsuzluk da zamanın içinden olduğu için.Zamansız kalayım istiyorum zamanın içinde,zamana sahip olan insanların içinde.Defalarca tekrarlamak istiyorum 'zaman' kelimesini,söyledikçe anlamını yitirsin diye...Çok şey istiyorum, zamanımı alacak biliyorum...

21 Mayıs 2009 Perşembe

TÜRKAN SAYLAN

O öldü, utanıyor musunuz şimdi?

Utanıyorlar mıdır acaba şimdi? Hani o, ziyaretine gelenleri selamlamak için başını, boynunu sarıp cama çıktığında, “Hayatını örtü düşmanlığına adadı. Ömrünün son döneminde başörtü takmaya mecbur kaldı” diye yazanlar...
“Evi basıldığında ağır hasta görüntüsü vermişti, tarikatlara söverken ise turp gibiydi” diye yalan düzenler...
“Konu Müslümanlık olunca hastalığını unutuyor” diyerek onu hedef gösterenler...
“Battaniyesini atıp konsere koştu” başlığıyla onu kendileriyle karıştırıp takiyeci ilan edenler...
Evini basıp 20 yıllık ajandalarını götürenler...
Din, her şeyden önce vicdansa...
Yürekleri hepten çöl olmadıysa...
Şeytan ruhlarını esir almadıysa...
Vicdan azabı çekerler mi?
Bir özür dilerler mi?
* * *
Türkan Saylan, bu ülkenin yüz akıydı.
Ancak samimiyetle inanmış insanlarda rastlanabilecek bir feda kültürünün son temsilcisi...
İnsanların yardımına koşmak, cehaletle savaşmak uğruna koşulsuz kendinden vazgeçecek bir örnek insan...
İçi boşaltılmış “ahlak” kavramının etten, kemikten hali... Demokrasiden taviz vermeyen laiklik hassasiyetinin sesi...
Bir eğitim mücahidi...
“Annesi Hıristiyan, kendisi misyonerdir” diyenler annesinin Müslümanlığa geçiş belgesi karşısında başlarını öne eğmişler midir acaba?
“Kendini acındırmak için hasta taklidi yaptığını” söyleyenler ölümü karşısında günaha girdiklerini fark edip hicap duymuşlar mıdır?
* * *
Tek başına bir toplumun kaderini değiştiren insanlar vardır; Türkan Saylan, onların başında anılacaktır.
Onunla ilk görüşmemiz, 15 yıl önceydi. “Sarı Zeybek”e Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin verdiği ödülü onun elinden almıştım.
Son görüşmemizde “Kardelenler” için bir kampanya filmi planlıyorduk birlikte... Ve o yine, hepimizi hayranlığa sürükleyen bir enerjiyle, Anadolu’daki kızların durumunu anlatıyordu.
“Anadolu’yu küçücük katkılarla değiştirmek mümkün” diyordu.
“Bir kızın özgürlüğünün bedeli 200 YTL” idi.
Bulabildiği her kuruş, onun için kurtarılmış kızlar demekti.
* * *
Hasta halinde evinin basılması ve derneğinin yöneticilerinin, arşivinin götürülmesi, Ergenekon’un dönüm noktası oldu; soruşturmanın zihni arka planını ortaya koydu.
“Çağdaş Yaşam”, cami duvarıydı soruşturmanın...
Saylan’a dokunulmasını kimse onaylamadı; birkaç vicdansız hariç... Onlar da bir süre insafsızlıklarıyla hatırlanacak, sonra unutulup gideceklerdir.
Radyoaktiviteyi keşfeden, iki Nobelli Marie Curie, 1911’de Fransız Bilimler Akademisi’ne üyelik için davet edildiğinde bir gazete “O Fransız değil, Yahudidir” diye yazmıştı. Yayın etkili olmuş, Madam Curie Akademi’ye alınmamıştı.
Ne oldu?
Fransız Bilimler Akademisi’ne ilk kadın üye, ancak 68 yıl sonra, 1979’da seçilebildi.
Yalan kampanya yürüten gazete, halen tarihin çöplüğünde serili...
“Madam Curie” adı ise tarihi ışıtıyor. Türkan Saylan için de öyle olacak.
Adı, imdadına yetiştiği kızların yüreğinde ve hayatını adadığı ülkenin vicdanında yaşayacak.
Ruhu ise, ancak cehalete karşı açtığı savaş sonuçlandığında huzura kavuşacak.
CAN DÜNDAR

5 yeni vakıf üniversitesi kuruluyor..

"TBMM Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonunda kabul edilen kanun tasarısıyla, Konya’da Karatay ve Mevlana, Mersin’de Toros, İstanbul’da İstanbul Medipol ve Kayseri’de Nuh Naci Yazgan üniversitelerinin kurulması öngörülüyor." (Milliyet.com.tr, 21.05.2009)

Bu konuyu tartışmaya açıyorum. "Vakıf üniversiteleri olmalı" ya da "Vakıf üniversiteleri karşı devrimdir" eksenli tartışma
yerine konukları bu tasarının yeni kabinenin ataklarından biri olup olmadığı, komisyonda hangi vekillerin olduğu ve partileri,hangi ideolojiyi benimsedikleri ve spesifik olarak bu tasarının hangi amaca yönelik olduğunu tartışabiliriz.

Ergenekon (taslak metin)

Ergenekon operasyonları, şüphesiz ülkemizin yaşadığı en büyük, en kapsamlı hukuki tevkif hareketidir (*) Diğer tevkif hareketlerinden ayrılan iki noktası var bana kalırsa: 1) Bir yerden sonra siyasi bir hareketin balta gücü olması, 2) yüksek kamuoyunun bu eksende ağır bir taraflaşmaya gitmesidir.Devlet içi illegal örgütlenmelerin açığa çıktığı belli dönemlerde (susurluk vb.) halk ve yüksek kamuoyu (yazarlar, sanatçılar, siyasetçiler, akademisyenler) bu örgütlenmeleri tasvip etmediğini, yadırgadığını bir şekilde belli ediyordu. Örneğin, Susurluk 'skandalı'ndan sonra ilk olarak sokaklara çıkanlar sendikalar öncülüğündeki işçi ve emekçiler olmuştu. (*)
Peki bugün ergenekon operasyonunda taraflaşmalar ne şekilde? Bir tarafta yargılamaları ve tutuklamaları destekleyen muhafazakar ve liberal çevreler, öteki tarafta cumhuriyetçi-Atatürkçü kimlikleri ön plana çıkan orta sınıf -aydın- kesimi (*)
Peki sıradan/sokaktaki insanın durumu nedir? Bakın, artık günlük konuşmalarımıza, konjonktürümüze ve lügatımıza -ne dersek diyelim- şaka yollu da olsa "Ergenekon'dan alırlar ha", "Dinleniyoruz lan" minvalli söylemler girdi. Bunu sokaktaki insan pratiğini yapmakta. Ve bir noktadan sonra da, tevkif dalgalarından sonra haberlere şaşırmamak gibi bir davranış ortaya çıktı.
Fakat bunlardan ayrı olarak son zamanlarda dikkatimi çeken şey, tutuklamalara karşı katı taraf olan 'Çağdaş Hukukçular', 'Kemalist avukatlar' grubunun yanısıra devlet bünyesindeki barolar, mahkeme üyeleri vb. de birer ikişer açıklamalar yapmaya başladılar. Hukukun üstünlüğünün zedelendiğini belirttiler.
İşte burada benim şahsi fikrim şudur: Her iki taraf da bu açıklamaları dikkat almalı. 1923'te, 1961'de veya 1982'de mutabık olduğumuz belli başlı ilkelerin zedelenmemesi konusunda fikir birliğine varmalıyız (*)
Dostlar, bu yazımda operasyonun içeriğine girmeden yapısal olarak incelemeye çalıştım. Tahlillerimde eleştiri beklediğim cümlelerin, sözlerin sonuna (*) işareti koydum. Tahlillerdeki hatalara pozitif (yapıcı) eleştiriler bekliyorum. Birlikte güzel bir metin çıkartmak adına... Sevgiler

19 Mayıs 2009 Salı

Buruşuk Siyaset

Sizce insan hangi yaşa kadar genç sayılır? Hangi yaştan sonra artık ihtiyardır? Bu zor sorunun yanıtını ben Erdal İnönü’nün anılarında bulmuştum.O da hukuk profesörü Vasfi Raşit Sevig’le yaptıkları bir sohbette öğrenmiş “doğru cevabı”...Sevig Hoca, aralarında Erdal İnönü’nün de bulunduğu öğrencilere “hangi yaşı ihtiyarlık sınırı kabul ettiklerini” sormuş.Hepsi farklı yaşlar söylemişler. O, hiçbirini beğenmeyip kendi cevabını vermiş:“İnsan, yaşamına yeni bir yön verme iradesini gösterebildiği sürece gençtir. Bu iradeyi gösteremeyip ‘Artık yaşamımı değiştiremem’ diyorsa gençliği gitmiş demektir.”* * *Türkiye, zaman makinesinin ayarlarıyla oynuyor bir süredir... Kopmuş takvim yapraklarını umarsızca eski yerine yapıştırmaya çalışıyor; akreple yelkovanı ters yöne ittiriyor, kurumuş yaprakları teyelliyor düştükleri dallara... Tarih denilen nehri tersine akıtmaya çabalıyor.Çünkü “Benjamin Button’un Tuhaf Hikâyesi”ndeki gibi, gençler ihtiyar doğmuşçasına bitap, ümitsiz, naçar görünüyor buralarda...Yaşlılar, onların enerjisini harcarmışçasına enerjik, ümitvar, muhteris...Belki kendilerinden iyisi gelmediğini düşündükleri için, belki ülkenin onlarsız yapamayacaklarına inandıkları için, belki ölüme meydan okumak için, belki yaşlılıklarını unutmak için çekilmiyorlar köşelerine... Ve ihtiyarlamak istemeyen ak saçlıların “buruşuk siyaset”i damga vuruyor ülkenin geleceğine...* * *Adeta Erdal İnönü’nün sözünü ettiği iradeyle ihtiyarlamadıklarını kanıtlamaya çalışıyorlar.Necmettin Erbakan 83 yaşında “Hasta yatağımızdan kalktık, ilaç dolu bavullarımızla yola döküldük” diyerek dönüyor siyasete...86 yaşındaki Rahşan Ecevit, DSP kurultayında, kendi adayını seçtirmeye çalışıyor.85 yaşındaki Süleyman Demirel, 76 yaşındaki Hüsamettin Cindoruk’u getiriyor eski partisinin liderliğine...Cindoruk yaşlılık imalarına Mevlana ile cevap veriyor: “Genç adam aynada bazı şeyleri göremez, ama yaşlı adam bir tuğladan gerçekleri görebilir.”* * *Hırs mı?İhtiras mı?Koltuk tutkusu mu?Hepsinin bulaştığı tehlikeli bir kokteyl olabilir, onları bu yaşta hatıra yazmak yerine siyaset yapmaya; dünyayı dolaşmak yerine iktidara sataşmaya iten...Ama itiraf etmeli ki, ruhen yaşlanmış gençler de “Dinsin gözyaşınız, yetiştik çünkü biz...” heyecanı yaratamadı siyasette...Bugün görevi devralması beklenenler, zaten 60 model siyasetçilerin veliahda tahammülsüzlüğü nedeniyle “yok” hükmündeydiler.80’de hepten yok edildiler.“Aynada kendilerini göremez” hale geldiler.12 Eylül doğumlular orta yaşlı oldu bugün...Tahribat ortada...* * *“Yeni” karşısındaki güvensizlik arttıkça, gelen gideni arattıkça, gençlerden ümit kesildikçe, “Akil adamlar” ihtiyacı doğuyor “gençliğe emanet edilmiş” ülkede... Kürt sorunu, 82 yaşındaki İlter Türkmen’i göreve çağırıyor.74 yaşındaki Türkan Saylan, hasta yatağından sürdürüyor direnişi...Dünya “değişim” diye ayaklanırken burada “tecrübe”, siyasette aranan hasletlerin en kıymetli tahtına yerleşiyor.Yaşlıya talep, yurt sathındaki muhafazakârlaşmanın, değişim kaygısının bir gizli yüzü, bir yan ürünü olarak zuhur ediyor.Ve “siyasetin ihtiyarlar heyeti”nin, “yaşamını değiştirme iradesi göstererek”, işbaşı yaptığı Türkiye, kendine yeni bir yön verme iradesini kaybediyor.İhtiyarlıyor; bir gençlik bayramının arifesinde...
Can Dündar

16 Mayıs 2009 Cumartesi

hayat denen...

Oyun oynuyoruz aslında.Hepimize bir rol biçilmiş.Sıramız geliyor çıkıyoruz sahneye,başlıyoruz...Kimimiz kadın oluyor,kimimiz erkek.Kimimiz genç oluyor,kimimiz yaşlı.Öfkelisi,neşelisi,güçlüsü güçsüzü,hepsi var...Bazen hepsi birden olmak zorunda kalıyoruz,zor oluyor o zaman hepsine birden yetişmek; koşuyoruz,terliyoruz...Yapabilirsek ne ala...Ama sahne acımasız.Bazen tek başına bırakıyor insanı, herkesin gözleri üzerinde kalakalıyorsun öyle,ne yapacağını bilemiyorsun toparlamaya çalışıyorsun bir şekilde ama besbelli zorlandığın...Sıranın başkasına gelmesini bekliyorsun sabırsızlıkla.Çünkü tek başına kaldığın zaman, hata yapabilirsin,masken düşebilir...Hataya da tahammülü yok sahnenin.Hata yaptığın anda suflör de yok oluyor,yönetmen de.Başlıyorsun doğaçlama yapmaya...Belki de en fazla kendin olduğun anlar işte o 'hata' yaptığın zamanlar...Evet o sahnenin adına hayat demişler,inanmışız biz de...Ama her oyun gibi bitecek bir gün bu da ve o zaman her şey,herkes,bütün o 'roller' yok olacak.İşte o anda bir tek sen kalacaksın bütün seyircilerin önünde...Ama bitmiş olacak her şey,iyi oynamışsın,kötü oynamışsın ne önemi var ki?Bak işte bi etrafına, var mı senden başkası?Hadi o zaman -daha oyun bitmemişken- biraz hata yapıp kendin ol.Hep doğruyu yapmaya çalıştın da ne oldu?Başkalarının verdiği rolleri oynamaya mahkum oldun.Belki bu sefer sıra hakikaten sendedir.Kendi rolünü belirlemenin,kendi oyununun yönetmeni olmanın vaktidir,kimbilir?

Bir röportaj ve Gülen cemaati

Ayşe Arman’ın, ‘kocasını Amerika’daki Fetullahçılara kaptıran’ Leyla Hanım’la yaptığı röportaj enteresan. Zira Leyla Hanım’ın Fetullah Gülen Cemaati’ni tarifi, başına gelenleri anlatırken kullandığı dil yeniden okunmaya değer. Leyla Hanım’ın anlattıklarından çıkardığım şu:Gülen Cemaati ‘nezaketle insanların üzerine çöken bir kabus’. Bir kanser gibi ürüyor ve bundan kurtulmak mümkün değil. Neredeyse mistik güçlere sahip bir canavar. Hatta ve hatta Gülen Cemaati, nasıl diyeyim, JR gibi bir şey! Dallas’taki JR gibi yani. Her zaman galip gelen kötü! Leyla Hanım’ın ruh hali bu.
Türk eşittir Fetullahçı!
Yurtdışına sık çıkanlar ya da yurtdışında yaşayanlar zaten bilir. Artık ‘yurtdışında Türkler’ dendiğinde ilk akla gelen Gülen cemaati mensupları. Eğer onlar dışında birileri varsa, bir örgüt kurmuşlarsa bile o kadar silikler ki, yurtdışında Türkiye’yi Gülen Cemaati mensupları temsil ediyor. Bu durum, Türkiye’nin Doğu’sunda otomatik olarak böyle. Batı’da ise Avrupa ve Amerika’da kalburüstü muhitlerde, mesela üniversitelerde, çokkültürlülüğün temsil edildiği her platformda sizi beni Fetullah Gülen’in müritleri temsil ediyor. Bu yüzden sinir krizi geçirebilirsiniz veya buna bayılabilirsiniz, fark etmez. Durum budur.Eminim Leyla Hanım gibi çoluğunu çocuğunu ‘Fetullah’a kaptırmak’ derdi olan insanların sayısı da epey yüksektir. Bu bakımdan Arman’ın röportajı, ciddi bir temsil değeri taşıyor. Temsil değeri taşıyan şeylerden biri de Leyla Hanım’ın kullandığı dil. Deniyor ki, ’kaptırılan adam’ vaktiyle bohemmiş, içki içer, gezermiş ve fakat şimdi Kuran’ı elinden düşürmez olmuş, tesettürle ilgili karısına vaaz veriyormuş.
‘Kötü Kadın’ ve Fetullah
Şimdi bu size nasıl geliyor? Kötü mü? Yanlış mı? Leyla Hanım’ın Arman’a ‘Vay başıma gelenler’ diye anlattıkları, bu toplumun çoğunluğunun ‘Bak adam nasıl doğru yolu bulmuş Hoca efendi sayesinde’ dedirtecek cinsten. Barı pavyonu bırakan bir adam var, bir kere! Şahane! Namaz kılıyor, dinle ilgileniyor, bu da iki! Nefis! Türkiye’de birçok insan bu röportajı ‘batağa batmış bir kadının hidayete eren kocasını da kendisiyle birlikte çamura çekmeye çalışması’ olarak okuyacaktır. Onlar Leyla Hanım’ı eski Türk filmlerindeki sarışın, uzun ağızlıkla sigara içen ve kahkahalar atarak kocasını kumar masasına oturtan ‘kötü kadın’ gibi görecektir.
Gazetenin cevap hakkı!
Başka bir mesele de sol ideolojiden öcü görmüş gibi korkan Beyaz Türklerin, muhafazakârlaşma karşısında yaşadıkları çaresizlik. Röportaj bu konuda da şahane bir örnek. Leyla Hanım diyor ki ‘Bunlara karşı bir dernek mi kursak ne yapsak?’ 80’lerde darbenin ve uluslararası sermayenin yardımıyla yola çıkan, hâlâ ulusal ve uluslararası desteğe sahip olan, dünyadaki muhafazakârlaşma trendinin dalgasını süren, neo-liberal vahşetle koyun koyuna yatan ve daha birçok avantaja sahip olan bir ‘ekonomik ağa’ karşı dernekle mücadele etmeyi düşünmek, hakikaten benim de izlemek istediğim bir tecrübe olur.Bir başka mesele Zaman gazetesinin ‘cevap hakkı’. Bu ‘ağ’ nasıl bir ağ diye her seferinde hayret ediyorum. Vaktiyle Habertürk’teki programımızda Şahin Alpay da aynı hissi yaratmıştı bende. Soli Özel Fetullah Hoca ile ilgili bir şey söylerken, kulağıma eğilip belki üç ya da dört kere ‘Bana cevap hakkı doğdu’ demişti. Niye? Doğduysa Hoca’ya cevap hakkı doğdu. Zaman gazetesi için de aynı şey geçerli. Bir gazeteyse haberini, yorumunu yapar. Zaman’a cevap hakkı neden doğsun? Bir tarikatın ya da bir ekonomik çıkar grubunun yayın organına cevap hakkı doğar ama bir gazetenin Gülen Cemaatine laf edildi diye niye cevap hakkı olsun? Cemaate yakınlaşan herkes Hoca’nın bir parçası mı oluyor? Gülen’le ilgili bir şey denince, niye herkese cevap hakkı doğuyor?Bir de tabii hep merak ederim: İnsanlar nasıl aniden değişiverirler? Bu bir kişilik meselesi sanırım. İnsanın bir dünya görüşü, sağlam bir ideolojik duruşu yoksa ‘Aslında hiç sandığımız gibi değillermiş’ gibi acayip bir argümanla hayatı değişiveriyor. Gülencilerin canavar olmadığını görünce, hoplaya zıplaya hidayete eriyor. Bu insanların kibar, sabırlı ve kararlı olması insanları niye bu kadar şaşırtıyor? Evangelistler böyledir, bu mu bilinmiyor?!
ECE TEMELKURAN

15 Mayıs 2009 Cuma

özgürlüğe uçurtma


özgürlüğe uçurtma dev-ir 'in ilk etkinliğidir..


19 Mayıs Salı günü saat bir'de İnciraltı Crown Plaza önünde buluşulacaktır.
GENÇLER ÖZGÜRLÜĞE UÇURUYOR


NOT: Hava durumuna bağlı olarak etkinlik iptal edilirse pazartesi günü duyurulacaktır..
Katılacak olanların yorumlarda adlarını liste şeklinde yazmaları rica olunur ..
Uçurtmaları toptan temin edeceğimiz yer ve fiyat haftasonu bildirilecektir.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Küresel sorunlara küresel çözümler


12/05/2009
Dünya giderek küçülüyor ve küçüldükçe birbirimize olan bağımlılığımız artıyor. Artık sorunlarımıza küresel çözümler bulmanın zamanı geldi ve hiç geçmeyecek.

Artık dünya bir kaç ülkenin ya da 20 ülkenin aldığı kararlarla yönetilecek bir yer değil. Hiç bir ülke kendi başına kendi sorunlarına cevap olamamakta. Küreselleşme dediğimiz şey hepimizi birbirimize daha çok bağımlılaştırdı ve bu bağımlılık giderek artmakta. Hal böyleyken uluslararası finans sistemi kaynaklı olan ekonomik kriz, küresel sorunlara küresel yaklaşımlar getirmemizi gerektiyor. Bundan bir ay önce Global Witness adlı bir sivil toplum örgütü özellikle Avrupa ülkelerinin dikkatini çekmek için uluslararası özel finans kuruluşlarının kirli isimlerle olan ilişkilerini bir raporla açıkladı. Raporda sözkonusu edilmiş finansal kuruluşların pek çoğu tüm dünyada aktif olan ve kendi bölgelerinde oldukça tanınan kurumlar. Bu kurumlar iş yaptıkları isimlerin ülkelerinden çok büyük meblağların (örneğin; tahminlere göre bir yılda Afrika’dan çıkan karapara 500 milyar dolar civarında) vergi cennetlerine aktarılmasına yardımcı oluyorlar. Finansal gelirlerden çok düşük vergi alan ülkeler vergi cenneti olarak adlandırılıyorlar. Bu vergi cennetleri tiranlara, savaş lordlarina hizmet ediyorlar. Vergi cennetleri aynı zamanda sadece belli bir gelir seviyesinin üzerindekilerin erişimine açık. Dünya genelinde finans gelirlerine uygulanan vergi yüzde 10 civarında iken, emek gücüne dayalı gelirlerden alınan vergiler yüzde 30lar 40lar civarında dolaşıyor. Ancak finans dünyasına girmek belli bir ekonomik birikim gerektirdiğinden işçi sınıfı bu vergi cennetlerinden yararlanamıyor. Hal böyle olunca zengin ile fakir arasındaki uçurum giderek artıyor. Fakirliğin artmasının pek çok başka belaya sebep oldugu aşikar. Fakirlik arttıkça, açlık sorunları çıkıyor, aileler çocuklarını okula göndermek yerine çalıştırmayı tercih ediyorlar ve böylece çocuk işçiliği ortaya çıkıyor. Fakirlik yüzünden milyonlarca insan en kötü şartlarda onurlarını hiçe sayarak çalışmayı kabulleniyor. Eğitimsiz ve fakir insanların sayılari artikça hem göç başlıyor hem de suç oranı artıyor. Buraya kadar genellikle az gelişmiş ülkelerde kalan sorunlar bu kez gelişmiş ülkelere göçmen sorunu olarak geri dönüyor. Anlayacağınız gelişmiş ülkelerden başlayan sorunlar az gelişmiş ülkeleri etkileyip sonrasında tekrar kaynağına geri dönüyor (Bu arada ilginç bir detay; gıda yetersizliğinden kaynaklandığı düşünülen gıda krizinin çıktığı dönemde en çok kar yapan şirketlerin gelişmiş ülkelerde merkezleri olan gıda şirketleri olduğunu biliyor muydunuz?). Şu an halkları açlık çeken pek çok ülkenin IMF politikalarıyla tanışmadan önce gıda ürünü ihraç eden ülkeler olması tesadüf değil. IMF 1980’lerde kredi vermek için şu an halen devam eden “ekonomik program” üzerinde anlaşma şartı getiriyor. Türkiye’nin de içinde bulunduğu durum dolayısıyla yakından bildiğimiz gibi IMF hükümetlere olmazsa olmaz çeşitli şartlar sunuyor. İşte IMF’nin şu an halkları açlıkla boğuşan ülkelere yıllar önce sürdüğü şartlar arasında ülkelerin ekonomik gelirlerini arttırarak borç ödemelerini gerçekleştirmeleri için daha çok gelir getirecek şeyler üretmeye başlamaları bulunuyor. Bu şartları kabul eden pek çok ülke pirinç, un gibi gıda ürünleri yerine; çay, kahve gibi ürünler üreterek ihraç etmeye başlıyorlar. Buna bağlı olarak bu ülkelerdeki gıda üretimi düşüyor ve bir zamanlar gıda ihracından para kazanan bu ülkeler bu kez gıda ithal etmeye başlıyorlar. Gıda ürünleri ithal edilmeye başlanınca fiyatları yükseliyor. Kısacası IMF’nin, iyi niyetli ya da değil, yanlış yönlendirmeleri sonucu pek çok ülke ekonomik çöküntüye ugruyor. Küresel ekonomik krizin sorumlusunun özel finans kuruluşları olduğunu her yerde söyleniyor. Afrika ve benzeri yerlerden çıkan karaparanın vergi cennetlerine ulaşmasına aynı özel finans kuruluşlarının aracı olduğu biliniyor. Zengin ile fakir arasındaki uçurumu arttıranın finans dünyası olduğu biliniyor. Ancak pek çok sorunun kaynağı olan özel finans dünyasının kontrol altına alınması gerekirken aksine, pek çok ülke ekonomik krizin ve daha pek çok sorunun sorumlusu olan bu kurumları, içinde bulundukları bataktan kurtarmak için bunlara para aktarmaya devam ediyor. Peki ne yapmalı? Sorunun Afrika’nın ya da azgelişmiş ülkelerin sorunu olmadığı, aksine tüm dünyayı ilgilendirdiği açık. İlaveten, yaşanan sorun sadece gıda krizi ya da küresel ekonomik kriz ile açıklanamayacak kadar karmaşık. Bu sorunlardan hiçbirinin tek başına ele alınarak çözülemeyeceği gibi hiçbir ülkenin tek başına (ya da 20 ülkenin) bu sorunları çözemeyeceği de açık. Yapılması gereken tüm dünya ülkelerinin bir araya gelerek tüm sorunları ayrıntılı bir şekilde tanımlamaları ve ortak çözüm yolları bulmaları. Bu çözüm yollarının en başında; (1) uluslararası finans sisteminin tekrar düzenlenmesi; (2) gıda hakkının temel insan haklarından biri olarak tanınması ve buna baglı olarak gıda ticaretine düzenleme getirilmesi; (3) küresel vergi düzenlemeleri getirilmesi ve buna bağlı olarak finansal gelirlere uygulanan vergilerde artışa gidilmesi ya da emek gücüne dayalı gelir vergisinde indirime gidilmesi; (4) IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların tasfiye edilmeyeceklerse yeniden düzenlenmeleri geliyor. Dünya giderek küçülüyor ve küçüldükçe birbirimize olan bağımlılığımız artıyor. Artık sorunlarımıza küresel çözümler bulmanın zamanı geldi ve hiç geçmeyecek. Artık küresel sorunlara küresel çözümler üretme zamanı, artık harekete geçme zamanı.

DERYA MUTLU
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=935550&CategoryID=83

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Müzakere Günleri

günü(14 mayıs) saat 10:00 da Sabancı Kültür Sarayında izmir üniversiteler platformu çerçevesinde, "müzakere günleri" isimli bir platform gerçekleştirilecek. izmirdeki 6 üniversitenin temsilcilerinin yeralacağı bu organizasyonda, Güneri Civaoğlu moderatör olacak. perşembe günü, işletme fakültesi önünden sabah 8:45 te otobüs kalkıyor ve izleyici olarak herkes katılabilir..

ayrıntılı bilgi için:
http://www.izmir.edu.tr/tr/genel-haberler/355-seminer-muzakere.html

12 Mayıs 2009 Salı

fotoğraflar özgür müdür?

Fotoğraflar Özgürdür!
SANSÜRE HAYIR!
Uludağ Üniversitesi içinde açılan fotoğraf sergisine kolluk kuvvetleri marifetiyle yapılan müdahale, fikir ve ifade özgürlüğüne yapılmış bir müdahaledir. Totaliter dönemlerde görülebilecek bu türden davranışlar, militarist zihniyetin özgür olması gereken üniversite atmosferindeki yansımasıdır. Meşru ve yasal olan 8 Mart Kadınlar Günü Mitingi’nde ve 29 Mart Yerel Seçimleri’nde çekilen fotoğrafları sakıncalı bulmak ve müsadere edilmesine izin vermek üniversite yöneticilerinin ayıbıdır. Akademik çatı altında bu ayıbı yapanların bilim, özgürlük, ifade, demokrasi ve vicdan konularında neler düşündükleri merak konusudur. Belgesel fotoğraflar fotoğrafçının gördüklerini gösterir. Gördükleri karşısında gözlerini kapatanlar ise gerçeği değiştirmez sadece kendilerini kandırırlar..... diye devam eden bu bildiri UFAT tarafından düzenlenen fotoğraf sergisinde olanlar sonrası yayınlanmıştır. 29 Nisan - 2Mayıs 2009 tarihlerinde Uludağ Üniversitesi Fotoğraf Amatörleri Topluluğu – UFAT tarafından düzenlenen UFAT Fotoğraf Günleri 6 adını taşıyan etkinlikte 16 fotoğrafçının çalışmalarından oluşan sergiye kolluk güçleri müdahale etmişti. Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’nde Belgesel Fotoğraf Programı’na devam eden katılımcıların 8 Mart Kadınlar Günü Kadıköy Mitingi ve 29 Mart Yerel Seçimleri’nde çektiği 32 fotoğraftan 11’inin “sakıncalı” olduğunu iddia eden kolluk güçleri bu çalışmaları sergiden indirterek incelemek üzere alıkoymuştu. Bu olayın hemen ardından sergideki diğer fotoğraflar da indirilmiş ve UFAT Fotoğraf Günleri web sitesindeki ilgili sayfalar da yayından kaldırılmıştır. www.fotografozgurdur.com

Obama













NERDEEN NEREYE .))

11 Mayıs 2009 Pazartesi

hoşgeldiiik

öncelikle hoşgeldik diyorum ,uzun ömürlü olalım diyorum =)